17 Ekim 2013 Perşembe

BAĞDAT







MOĞOLLARIN 1258 YILINDA BAĞDAT'I İSTİLASI

BAĞDAT DOĞUMLU ŞAİRİMİZ AHMET HAŞİM

SULTAN II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE AÇILAN BAĞDAT ASKERİ İDADİSİ'NİN ÖĞRENCİLERİ

SULTAN II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE AÇILAN BAĞDAT ASKERİ RÜŞTİYESİ NİN ÖĞRENCİLERİ

SULTAN II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE AÇILAN BAĞDAT ASKERİ İDADİSİ

MURAD PAŞA CAMİİ

SARAY CAMİİ

OSMANLI DNEMİNDE IRAK VE BAĞDAT VİLAYETİ

HAYDARHANE CAMİİ

İMAM-I AZAM TÜRBESİ

1918 bağdat

BAĞDAT'TA BİR KAHVEHANE


BAKIRCILAR ÇARŞISI

BAGDAD OLD CİTY GATE

DİCLE NEHRİNDE KELEKLERLE TAŞIMACILIK YAPANLAR



DİCLE NEHRİ VE TAŞIMACILIKTA KULLANILAN KELEKLER




İNGİLİZLERE ESİR DÜŞEN OSMANLI ASKERLERİ

HALİL PAŞA CADDESİ

İNGİLİZ İŞGAL KUVVETLERİ BAĞDAT'A GİRİYOR

İngilizlerin sömürge ordularından bir birlik 1918

ATLI TRAMVAY
BAĞDAT

İslâm dünyasının önemli tarih, ilim ve kültür merkezlerinden biri ve bugünkü Irak'ın başşehri.

I.                    GENEL BAKIŞ
      II.            OSMANLI DÖNEMİ
      III.           KÜLTÜR ve MEDENİYET
      IV.           SON DÖNEM

I. GENEL BAKIŞ

Dicle nehrinin her iki yakasında 33° 26' 18" kuzey enlemi ile 44° 23' 9" doğu boylamı üzerinde yer alan şehir, VIII. yüz­yılda Abbasi Halifesi Ebü Ca'fer el-Man-sûr tarafından kurulmuştur. Kuruluşun­dan Abbasî Devleti'nin yıkılışına (1258) kadar hilâfet merkezi olarak kalan Bağ­dat Osmanlılar devrinde Bağdat vilâye­tinin merkezi ve 1921'de de Irak'ın baş­şehri oldu.

Bağdat ismi İslâm öncesi döneme ait yöredeki eski yerleşim alanlarıyla ilgilidir. Arap yazarlar kelimenin Farsça kökenli olduğunu düşünerek Farsça kaynaklan araştırmışlar ve teorik bazı açıklamalar­da bulunmuşlardır. Yaygın kanaate gö­re kelime "Tann'nın ihsanı veya armağa­nı" anlamına gelmektedir. Modern araş­tırmacıların çoğu tarafından da kabul edilen bu görüş yanında kelimenin Ârâ-mîce kökenli olduğunu ve "koyun ağılı" anlamına geldiğini iddia edenler de var­dır. Ancak Hamurabi (m. ö. 1792-1750) kanunlarında Bagdadu şehrinden bahse­dilir ki bu da kelimenin Farsça'nın muh­temel tesirinden önce de mevcut oldu­ğunu göstermektedir. Kral Nazimarut-taş (m. ö. 1341-1316] zamanından kalma bir sınır taşında da Bağdadi bölgesinden bahsedilir; ayrıca Talmut'un birkaç ye­rinde Bağdaşa kelimesi geçmektedir. Aynı şekilde Bâbil Kralı Mardukapaliddin (m. o. 1208-1195] dönemine ait bir sınır taşında Bağdat'tan söz edilir. II, Adadni-rari'nin (m. Ö. 911-891) yağmaladığı yer­ler arasında Bagdadu da bulunmakta­dır. III. Tiglat-pileser ise (m. ö. 745-727] Bağdadu'dan, oraya yerleşmiş olan bir Ârâmî kabile ile birlikte söz eder (bk. El2 ling.l, 1,894).

Halife Mansûr kurduğu bu şehre, Kur'-ân-ı Kerîm'de (el-Enam 6/127; Yûnus 10/25] "cennet" mânasında kullanılan dârüsselâm kelimesinden ilham alarak Medînetüsselâm adını verdi. Bu isim res­mî belgeler, sikkeler ve ağırlık ölçü bi­rimlerinde kullanılmaktaydı. Bağdat yeri­ne Buğdan, Medînetü Ebû Ca'fer, Medî-netü'l-Mansür, Medînetü'l-hulefâ ve ez-Zevrâ gibi adlar da kullanılmıştır. Arap yazarlar Halife Mansûr'un bu şehri İslâm öncesi devirde pek çok yerleşim alanının bulunduğu bir yerde kurduğunu söyler­ler. Bunların en önemlisi, Sarât'ın kuze­yinde Dicle'nin batı yakasında bulunan Bağdat köyüdür. Bazıları buranın yıllık panayırların kurulduğu Badurya oldu­ğunu belirtirler ki bu, Kerh'in daha son­ra neden önemli bir ticaret merkezi ha­line geldiğini açıklamakta yardımcı olur. Eski yerleşim merkezlerinden bazıları Dicle'nin batı yakasında ve Kerh yakının­da idi ve büyük bir kısmı Ârâmîler'e ait­ti. Bunlar arasında Hattâbiyye, Şerefâ-niyye, Verdâniyye, Sünâye, Katuftâ ve Berâsa zikredilebilir. Kerhâye ile Sarat arasında Sâl, Versâlâ ve Benâvrâ adlı üç küçük yerleşim merkezi vardı. Ârâmî-ce "müstahkem şehir" mânasına gelen Kerh ise adını İran geleneğinde II. Şâ-pûr'a (309-379) atfedilen eski bir köyden alır. Xenophon'a göre Ahamenidler Bağ­dat yöresinde geniş bahçelere sahipti­ler, îsâ Kanalı'nın ağzına yakın bir yerde bir Sâsânî sarayı (Kasru Sâbûr) vardı. Ha­life Mansür buraya daha sonra bir köp­rü yaptırdı. Sarat Kanalı'nın üzerindeki eski köprü (el-Kantaratü'1-atîka) Sâsânî-ler'e aitti. Şehrin doğu tarafındaki Sû-kusselâsâ ile Hayzurân Mezarlığı İslâm öncesi devirden kalmadır. Burada İslâm öncesi döneme ait bazı manastırlar da vardı. Bunlar arasında, yerinde Huld Sa-rayı'nın inşa edildiği Deyrülatîk (Deyr Mâr-fathion) ile Deyrü Bustâni'I-Kus ve Dey-rülcâselik zikredilebilir.

Bu eski yerleşim merkezlerinin hiçbiri ne siyasî ne de ekonomik bir öneme sa­hipti. Bu bakımdan Halife Mansûr'un kurduğu şehir yepyeni bir şehir olarak kabul edilebilir. Bağdat Ortaçağ'da Av­rupalı seyyahlar tarafından çok defa Bâ­bil ve Seleucia ile karıştırılır. 1616-1617 yıllarında Bağdat'ta bulunan Pietro del-la Valle, o dönemde çok yaygın olan bu yanlış iddiayı ilk defa delillerle çürütmüş­tür. XVII. yüzyıla kadar Bağdat, Batı'da muhtemelen ismin Çince biçiminden tü­remiş olan bozuk şekliyle Baldach (Bal-dacco) adıyla biliniyordu.
Abbasîler gözlerini Doğu'ya çevirince devletlerini sembolize edecek yeni bir başşehir aramaya başladılar. İlk halife Seffâh bu maksatla Kûfe'den Enbâr'a, Mansür ise Küfe yakınlarındaki Hâşimi-ye'ye gitti. Ancak Mansür çok geçmeden Hz. Ali taraftarı olan Küfe şehrine yakın olmanın ordusu üzerinde menfi bir te­sir icra edeceğini anladı ve daha uygun bir yer aramaya başladı. Ciddi bir araş­tırmadan sonra iklimi, ekonomik imkân­ları ve askerî açıdan elverişli konumu bakımından uygun bulduğu Bağdat mev­kiini seçti ve şehir nehrin her iki tara­fında da verimli topraklara sahip bir ova üzerinde kuruldu. Horasan yolu bura­dan geçiyordu ve kervan yollarının ke­siştiği bu yörede her ay panayırlar ku­ruluyordu. Böyle bir yerde askerler ve halk erzak sıkıntısı çekmeyecekti. Ya'kü-bîve İbnü'l-Fakih gibi IX. yüzyıl müellif­lerinin verdikleri bilgilere göre Bağdat'ın sahip olduğu kanallar ağı hem tarımda bol ürün alınmasını, hem de şehrin su baskınlarından korunmasını sağlıyordu; bölge sağlıklı ve ılıman bir iklime sahip­ti. Şehir sağlamlığı ve yerleşim planı ile büyük bir kaleyi andırıyordu ve etrafı ge­niş, derin bir hendekle çevriliydi. Daha sonra tuğladan yapılmış bir iskele ve sa­vunma amaçlarıyla boş bırakılmış 57 m. genişliğindeki bir alandan sonra temel­den itibaren 9 m. yüksekliğinde bir du­var yer alıyor ve bundan sonra da tuğ­ladan yapılmış asıl sur geliyordu. Kapı­ların üzerinde şehri yukarıdan gözetle­meleri :İçin. alt kısmında nöbetçilere ay­rılmış bölümleri olan gözetleme kulele­ri vardı. Evler yapılması için bu surdan sonra 170 m. genişliğinde bir saha ay­rılmıştı. Burada sadece askerler ve hali­fenin yakın adamlarının ev yapmalarına izin verildi. Şehre giren yollarda sağlam kapılar vardı. Bunun ardından halifenin sarayı (Bâbüzzeheb), câmi-i kebîr, divan­lar, halifenin çocuklarına ayrılan evler ve biri muhafız birliği kumandanına, di­ğeri de sâhibü'ş-şurta'ya ait iki sakife-nin (revak) yer aldığı geniş İç alan bulu­nuyordu ve etrafına üçüncü bir duvar inşa edilmişti. Şehrin kontrolünü sağla­mak, hem içteki haberleşmeyi hem de kervan yollarıyla irtibatı temin etmek için şehir, ortada kesişen iki yol ile dört eşit parçaya bölünmüştür. Horasan ka­pısı kuzeydoğuya, Basra kapısı güney­batıya, Suriye kapısı kuzeybatıya, Küfe kapısı ise güneydoğuya açılıyordu. Hali­fenin sarayına ulaşmak için hendeği aş­tıktan sonra iç ve dış surlardaki beş ka­pıyı geçmek gerekiyordu. Şehrin planın­da eski doğu imparatorluk gelenekleri­nin etkili olduğu söylenebilir. Nitekim halifenin halk arasına karışmayıp ayrı ya­şaması, yeni devletin büyüklüğünü gös­termek için yapılan görkemli cami ve sa­raylar da bunu ispatlar.

Sarayın 48 m. yüksekliğindeki yeşil kubbesi 941 'de fırtınalı bir gecede yıldı­rım düşmesi üzerine yıkıldı; ancak du­varlar 1255'e kadar ayakta kaldı. Bâbüz-zeheb'in yapımında mermer ve taş kul­lanıldı ve kapısı altınla süslendi. Hârûnürreşîd'in önem vermemesine rağmen Bâbüzzeheb yarım yüzyıla yakın bir za­man resmî ikametgâh olarak kullanıldı. Halife Emîn buraya yeni bir yan bina ilâ­ve edip etrafında bir meydan yaptırdı. Emîn'in tahttan uzaklaştırılmasına so­nuçlanan 813'teki kuşatma sırasında burası çok zarar gördü. Daha sonra ise resmî ikametgâh olmaktan çıktı ve ta­mamen ihmal edildi. Mansür Camii saraydan sonra inşa edildi; bu yüzden kıb­lesinde hafif hata vardır. 807'de Hârünürreşid bu camiyi yıktırıp tuğlalarla ye­niden inşa ettirdi. Cami 875'te ve 893'te genişletildi. Halife Mu'tazıd-Billâh cami­ye yeni bir bölüm ilâve ettirdi ve camiyi onarttı. Caminin minaresi 915'te yan­mış, ancak tekrar yapılmıştır. Mansûr Camii Abbasîler döneminde Bağdat'ın en büyük camii olma özelliğini korudu. 12S5'te sel baskınına uğrayan cami Mo­ğol saldırısından sonra da ayakta kal­maya devam etti.
Bağdat'ın planı sosyal gayeler gözeti­lerek çizilmiştir. Her bölge belirli bir et­nik veya meslekî grubun sorumluluğun-daydı. Askerler genel olarak surların dı­şında şehrin kuzey ve batısında, tüccar ve zenaatkârlar ise Kerh'te Sarât'ın gü­neyinde oturuyorlardı. Pazarlar Bağdat'ın planında önemli bir rol oynar. Başlangıç­ta en dıştaki büyük surdan iç sura doğ­ru uzanan dört yol boyunca yüksek ke­merli dükkanlardan oluşan dört pazar, ayrıca surların dışında da dört pazar ye­ri vardı. Halife Mansür 773'te pazarların emniyet düşüncesiyle şehirden Kerh'e nakledilmesini emretti. Her zenaat ve ti­caret erbabının müstakil pazar yerleri, çarşıları vardı. Meselâ Kerh'te manav, bakkal, sarraf ve kitapçılara tahsis edil­miş çarşılar mevcuttu. Şehrin büyüme­siyle buraya Horasan, Semerkant, Merv, Belh, Buhara ve Hârizm'den tüccarlar geliyordu; bunların kendilerine ait ma­halleleri ve her grubun bir reisi vardı.

Ya'kübî Bağdat'ın planının 755'te çizil­diğini nakleder. Ancak yapım çalışmala­rı 762'de başlamıştır. Şehrin planı üze­rinde dört mimar çalıştı. Caminin mimarı ise Haccâc b. Ertât idi. Ya'kübî ve Taberî'-nin kaydettiğine göre Halife Mansûr ya­pım işinde çalıştırılmak üzere 100.000'e yakın işçi ve ustayı bir araya getirdi. Ker-hâye Kanalfndan içme suyu olarak ve ayrıca inşaat işlerinde kullanılmak üze­re su sağlayan bir kanal açıldı. 763'te en azından saray, cami ve divanların tamam­landığı, Mansûr'un Bağdat'ta oturmaya başladığı ve hilâfet merkezini oraya nak­lettiği anlaşılıyor. Daire şeklindeki şehir 766'da tamamlandı. Bağdat şehir plan­cılığı için önemli bir örnektir. Şehir, mer­kezinin her taraftan eşit uzaklıkta ol­ması ve kolayca kontrol edilip korun­ması için daire şeklinde planlanmıştır. Arap kaynakları bu planın eşsiz olduğu­nu söylerler. Ancak dairevî plan Yakın­doğu'da bilinmeyen bir şey değildi. Uruk şehrinin planı da hemen hemen daire şeklindedir. Asurlular'ın ordugâhları da daire şeklindeydi. Cresvvell, aralarında Harran, Agbatana, Hatra ve Dârâbcird'in de bulunduğu, oval veya daire şeklinde on bir şehrin adını sayar. Bağdat, plan itibariyle Dârâbcird'e daha çok benzer. Bağdat'ın mimarlarının muhtemelen böy­le planlardan haberleri vardı. İbnü'l-Fa-kîh şehir için kare veya daire şeklinde iki plan çizildiğini ve sonuncusunun da­ha mükemmel olduğu için tercih edildi­ğini anlatır.

Bağdat'ın boyutları üzerinde çeşitli ri­vayetler vardır. Bir rivayete göre Hora­san Kapısı'ndan Küfe Kapısı'na kadar olan uzunluk 405 m., Suriye Kapısı'yla Basra Kapısı arasındaki uzaklık ise 303 metredir. Başka bir rivayete göre her iki kapı arasındaki mesafe 608 metre­dir. Her iki rivayet de şehrin gerçek öl­çülerini yansıtmaz. Şehrin inşasında gö­rev alanlardan biri olan Rebâh'ın ver­miş olduğu bilgiye göre her iki kapı ara­sı 1848 m. kadardır. Bu, Mu'tazid'ın em­riyle yapılan ölçümde elde edilen ve Bedr el-Mu'tazıdî tarafından rivayet edilen öl­çülerle de teyit edilmiştir. Bu rivayet da­ire şeklindeki şehrin çapının 23S2 m. olduğunu gösterir. Ya'kübî belki de bu bilgilerin ışığında hendek dışında bu­lunan her iki kapı arasındaki mesafenin 2334,5 m. olduğunu söyler. Mansûr'un şehre yaptığı harcamalar hakkında da çeşitli rivayetler vardır. Bir rivayete gö­re masraf 18 milyon dinarı bulmuştur. İkinci rivayette ise masrafın 100 milyon dirhem olduğu söylenmektedir. Ancak halifeliğin arşivlerine dayanan resmî ra­porlar, Mansûr'un Bağdat için 4 milyon 883 dirhem harcadığını göstermekte­dir. İş gücü ve malzeme fiyatlarının dü­şüklüğü ve Mansûr'un yapılan harcama­ları sıkı bir denetime tâbi tuttuğu göz, önünde bulundurulursa bu rakamın doğ­ru olduğu kabul edilebilir.

Halife Mansûr 773'te Dicle nehri kıyı­sında Horasan Kapısı'nın aşağı tarafın­daki geniş bahçeler içinde Huld adını ver­diği bir saray yaptırdı. Ayrıca stratejik gayeler, Mansûr'un ordunun bölünme­siyle ilgili politikası ve arazinin ihtiyacı karşılamaması halifeyi, Dicle'nin doğu yakasında veliahdı Mehdî için bir karar­gâh kurmaya şevketti. Bu karargâhın tesis edildiği yerde bir saray ve cami ya­pılmış, etrafı da kumandanlar ve mai­yetlerinin evleriyle çevrilmişti. Buraya Hârûnürreşîd'in yaptırdığı saray münasebetiyle Rusâfe adı verildi. Askerî böl­ge bir duvar ve Mehdî'nin kışlasının et­rafını saran bir hendekle ayrılmıştı. Meh­dî'nin kışlasının yapımına 768'de başlan­mış ve 773'te tamamlanmıştır. Rusâfe Mansûr'un kurduğu şehrin karşısında yer alır.

Bağdat'ta inşaat ve ticarî faaliyetler, zenginlik ve nüfus hızlı bir gelişme gös­terdi. Halk daha çok Mehdfnin ve ardın­dan Bermekîler'in teşvikiyle cazip hale gelen Bağdat'ın doğusuna yerleşti ve buradaki nüfus yoğunluğu arttı. Yahya b. Hâlid el-Bermekî burada Kasrü't-tîn adlı görkemli bir saray, oğlu Ca'fer de Bağdat'ın doğu tarafının aşağısında da­ha sonraları Me'mûn'a verilen büyük bir saray yaptırdı. Hârûnürreşîd zamanında şehrin doğu tarafı Şemmâsiye Kapısı'n­dan Muharrim'e kadar genişledi. Diğer taraftan Emîn. Hârûnürreşîd'in ikamet ettiği Huld Sarayı'ndan Bâbüzzeheb'e döndü ve burayı yenileyerek ona yeni bir bölüm ekledi; etrafını da kare şeklinde duvarlarla çevirdi. Zübeyde Hatun, biri Dicle kenarında hilâfet saraylarına ya­kın bir yerde, diğeri şehrin kuzeyindeki Katîa'da olmak üzere iki muhteşem ca­mi yaptırdığı gibi Huld Sarayı yakınların­da da Karâr adlı bir köşk inşa ettirdi. Bağdat'ın batı tarafı ise kuzeyde Kat-rabül Kapısı ile Kerh arasında genişle­yerek hemen hemen Muhavvel'e kadar yayıldı.

Şairler Bağdat'ın güzelliklerini övmüş­ler ve ona yeryüzünün cenneti adını ver­mişlerdir. Bağdat'ın güzel bahçeleri, ye­şil çayırları, kapılarının üzerinde ve salonlarındaki muhteşem dekorasyon [arıy­la şahane sarayları, mükemmel ve zen­gin eşyaları meşhurdu.

Bağdat, Halife Emîn ile Me'mûn ara­sındaki iktidar mücadelesinden ve on dört ay süren kuşatmadan büyük zarar gördü. Halkının şehri müdafaa etmesi­ne kızan Tâhir b. Hüseyin karşı koyan­ların evlerinin yıkılmasını emretti ve Dic­le nehri ile Dârürrakîk, Suriye Kapısı, Kü­fe Kapısı, Kerhâye Kanalı ve Künâse ha­rap oldu. Bu yağma ve yıkım hareketi­ne ayak takımı ve ayyâr*lar da katıldı. Huld Sarayı ve diğer saraylar, Kerh ve doğu tarafındaki bazı mahalleler ağır hasar gördü. Taberîve Mes'ûdî'nin nak­lettiği gibi bu tahribat neticesinde Bağ­dat'ın o görkemli hali kayboldu. Bağ-dat'daki karışıklık ve dehşet Me'mûn'un Merv'den dönüşüne (819) kadar devam etti. Me'mûn sarayına yerleşti ve bir yarış alanı, bir hayvanat bahçesi ve yakın maiyetine hediye ettiği mahallerle bir­likte şehri oldukça genişletti. Daha son­ra bu sarayı Vali Hasan b. Sehl'e verdi. O da kızı Bûrân'a bıraktı. Bağdat Me'-mûn'un idaresinde tekrar eski canlılığı­nı kazandı. Mu'tasım şehrin doğu tara­fında bir saray yaptırdı. Daha sonra Türk ordusu için yeni bir başşehir aramaya karar verdi. Çünkü Bağdat kendi birlik­leriyle de çok kalabalık hale gelmişti. Ay­rıca hem halk hem de ordunun eski bir­liklerinin Türk birliklerine karşı husu­met taşımalarından ve karışıklık çıkma­sından endişe ediyordu. Halifelerin Sâ-merrâ'da oturdukları dönemde (836-892) Bağdat onların fazla ilgisini çekmedi. Ancak büyük bir ticaret ve kültür mer­kezi olmaya devam etti.

Bağdat, Müstaîn-Billâh'ın Sâmerrâ'dan buraya geldiği ve Mu'tezz'e bağlı kuv-vetler tarafından kuşatıldığı 865'te çıkan olaylar sırasında da zarar görmüştür. Bu dönemde Rusâfe, Sûkusselâsâ'ya kadar genişledi. Müstaîn, Bağdat'ın müstah­kem hale getirilmesini emredince doğu tarafındaki sur Şemmâsiye Kapısından Sûkusselâsâ'ya kadar, batı tarafındaki İse Katîatü Ümmü Ca'fer'den Sarât'ın yu­karısına kadar genişletildi ve etrafında meşhur Tâhir Hendeği kazıldı. Kuşatma sırasında doğudaki surların dışında ka­lan evler ve dükkânlar tahrip edilmiş, Şemmâsiye'nin doğu kesimleri, Rusâfe ile Muharrim de çok büyük zarar gör­müştür. Mu'temid nihayet 892'de Bağ­dat'a döndü ve Hasan b. Sehl'in kızı Bû-rân'dan köşkünü istedi. Bürân yenileyip bir halifeye lâyık şekilde döşediği bu sa­rayı ona teslim etti. Ondan sonra Mu'ta-zıd 893'te sarayı yeniden inşa etti. Ala­nını genişletip yeni binalar ekledi. Genişlettiği alanda hapishaneler yaptırdı. Ay­rıca yarış sahaları ilâve etti ve daha son­ra bu alanı bir duvarla çevirdi. Bu yer "dârülhilâfe" olmaya daha lâyıktı ve ek binalarıyla resmî ikametgâh olarak kabul edildi. Mu'tazıd daha sonra Dicle nehri kıyısında Tac Kasrı 'nın temellerini attı. Fakat şehirden çok duman geldiğini gö­rünce 2 mil kuzeydoğuda başka bir sa­ray yapmaya karar verdi. Bir yer altı ge­çidiyle Kasrü'l-Hasanî'ye bağlanan, et­rafı bahçelerle çevrili ve Mûsâ Kanalı iie su getirilen muhteşem Süreyya Sarayı'nı inşa ettirdi. Mu'temid, havanın temiz olarak kalması için Bağdat çevresinde pirinç ve hurma yetiştirilmesini yasakla­dı. Süreyya, bir sel felâketine mâruz ka­lıp harap oluncaya (469/1076-77) kadar güzel bir görünüm arzediyordu. Bundan sonra şehrin daire şeklindeki merkezi yıkılmaya başladı. Mu'tazıd şehrin duvarlarının yıkılmasını emretti. Ancak Hâşimîler, duvarların Abbâsîler'in şeref ve azametini simgelediğini söyleyerek tep­ki gösterdiler. Bunun üzerine Mu'tazıd yıkımı durdurdu. Bununla beraber halk duvarların yıkılması pahasına evlerini gittikçe genişlettiler. Bu da duvarların yıkılmasına ve daire şeklindeki şehrin harap olmasına yol açtı.

Mükteff-Billâh (901-907) Tac Kasrı ile Dicle kenarında bir rıhtım inşa ettirdi. Ayrıca 902'de saray hapishanelerini yık­tırdı ve bir cuma camii (Câmiul-Kasr) yap­tırdı.

Muktedir-Billâh (908-932) hilâfet sara­yına yeni binalar ekledi ve onları mükem­mel bir şekilde süsledi. Hayvanat bahçe­sine özel bir önem verdi. Hatîb el-Bağdâdî'nin 305 (917-18) yılı hakkında ver­miş olduğu ayrıntılı bilgiler dikkat çeki­cidir. Sarayların etrafını çeviren sağlam duvarlar ve Muktedir'in toplantı salonu­nun kapılarından birine açılan gizli geçit savunma tedbirleri açısından gerekli idi. Onun sahip olduğu güzellikler arasında, çok katlı bir büyük havuzun içinde üze­rinde serçeler ve çeşitli kuşlar bulunan gümüş bir ağaç da (dârü'ş-şecere) var­dı. Havuzun her iki tarafında, sanki bir­birlerini kovalıyormuş gibi aynı yöne hareket eden ata binmiş on beş süva­ri heykeli mevcuttu. Ayrıca 30 X 20 ar­şın ebadında, içinde dört kayık bulunan bir gölcük etrafında şahane bir bahçe vardı. Hayvanat bahçesinde her çeşit hayvan yaşıyordu. Kaynaklarda bunun dışında önemli silâhların bulunduğu Fir-devs adlı bir saray i!e hilâfet sarayı ci­varında yirmi üç köşk ve sarayın yer al­dığı kayıtlıdır.
Bağdat bu dönemde en parlak zama­nını yaşadı. X. yüzyılda doğu tarafı Şem-mâsiye'den Dârülhilâfe'ye kadar 9240 m. uzunlukta bir sahaya yayılmıştı. İbn Tay­fur'un rivayetine göre Halife Mu'temid'in kardeşi ve naibi olan Muvaffak'ın em­riyle Bağdat 892'den önce ölçülmüştür. Buna göre şehrin alanı, 26.230 ceribi (ce-rib - 1,366 km2) doğu yakasında, 17.300 ceribi batı yakasında olmak üzere 43.750 ceribdi. İstahrîve İbn Ebû Tayfur'un ifa­de ettiği gibi Bağdat 892'de 7,250 km. uzunluğunda, 6,5 km. genişliğinde, Muk­tedir zamanında ise 8,5 km. uzunluğun­da 7,250 km. genişliğinde idi.

Coğrafî konumu, halkının çalışkanlığı, devletin ticareti teşviki ve halifelerin iti­barı Bağdat'ı büyük ticaret merkezi ha­line getirdi. Rusâfe ve özellikle Kerh'teki pazarlar günlük hayatın önemli bir unsuru oldu. Her çeşit ticaretin yapıldı­ğı ayrı ayrı pazarlar vardı. Meyve pazarı, pamuk pazarı, yün pazarı, 100'den faz­la dükkânın bulunduğu kitapçılar çarşısı, sarraflar çarşısı ve Kerh'teki attar dük­kânları bunlardan bir kısmını teşkil eder. Yabancı tüccarlara ait pazar Bâbüşşâm çarşısında kurulmuştu. Doğu tarafında ise çiçeklerin satıldığı sûkuttîb. gıda sa­tış yerleri, kuyumcular çarşısı ve koyun pazarı vardı. Ayrıca Çin malları için özel bir yer ayrılmıştı. Muhtesib* Mansûr za­manından beri hileleri önlemek, ölçü ve tartıyı kontrol etmek için pazarları de­netlemekle görevliydi; ayrıca hamamla­rı, camileri de teftiş ederdi. Her çarşı ve meslek erbabının hükümet tarafından tayin edilen bir reisi vardı. Ayrıca her meslekte bir "sâni"1 ve bir "üstat" bulu­nurdu. Bağdat pamuklu mamuller, baş örtüsü, örtü, mendil gibi ipekli dokuma-iar, cam eşya, çeşitli yağlar, ilâçlar ve ma­cunlar ihraç ederdi. Şehirde çeşitli renk­te gömlekler, ince dokuma türbanlar, meşhur havlular üretilirdi. Bâbüttâk'ta mükemmel kılıçlar yapılırdı. Bağdat ipek ve pamuk üretiminde olduğu gibi deri ve kâğıt üretiminde de ün salmıştı. Sar­raf ve cehbez*lerin faaliyetlerinden an­laşılacağı üzere Bağdat'ta devrine göre gelişmiş bir çeşit bankacılık mevcuttu. Bu da endüstri ve ticaretin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Sarrafların özel­likle Kerh'te kendilerine ait dükkânla­rı vardı. Bunlar daha çok halka hizmet ederlerdi. Cehbezler ise esas olarak hü­kümet ve hükümet memurlarına hizmet götürürlerdi.

Bağdat nüfusu itibariyle milletlerarası düzeyde büyük bir şehir olmuştu. Halk çeşitli unsurlardan oluşuyordu: farklı ırk, renk ve mezheplere mensup insanlar mevcuttu. Bunlar arasında orduya katıl­mak için gelen köle ve çeşitli meslek er­babı olduğu gibi alışveriş yapmak ve çalışmak amacında olanlar da vardı. Bu dönemde halk şehir hayatında Önemli rol almaya başladı. Halife Emîn'in Öldü­rülmesinden sonra ortaya çıkan karışık­lıkları bastırarak (816) düzeni sağlamak için harcadıkları çabalar ve 919'da fi­yatların yükselmesi karşısında ayaklan­maları bu faaliyetler arasında sayılabi­lir. Ayyârların faaliyetleri de bu dönem­de başladı.

Bağdat'ın nüfusu hakkında bir tahmin­de bulunmak zordur. Cami ve hamam­ların sayısıyla ilgili rakamlar çok müba­lağalıdır (Halife Mu'temid'in idareye hâkim olan kardeşi Muvaffak döneminde 300.000 cami, 60.000 hamam; Büveyhîler'den Muizzüddevle zamanında 17.000, Halife Mukte­dir zamanında 27.000, Büveyhîler'den Adudüddevle zamanında 5000, aynı hanedan­dan Bahâüddevle zamanında 3000 hamam). Hamamlar 933'te sayılmış ve 1500 ol­duğu tesbit edilmiştir. Rivayetler her ha­mamın yaklaşık 200 eve hizmet verdiği­ni vurgular. Eğer bir evin ortalama beş nüfusa sahip olduğu düşünülürse nü­fusun yaklaşık 1.5 milyon olduğu kabul edilebilir. Muktedir, hekimlerin imtihan edilmesini ve sadece hekimlik vasıfları­na sahip olanlara belge verilmesini em­retti. Sonuçta 860 kişiye hekimlik belge­si verildi. Devlet hastahanelerinde hekim­lik belgesi olmadan -çalışanlar da buna ilâve edilirse sayı 1000'i bulabilir. Man­sûr Camii'nde ve Rusâfe'de ayın son cu­masında namaz kılanların sayısı yaklaşık 64.000 idi. III. (IX.) yüzyıl sonlarında ka­yıkların sayısı 30.000 olarak hesap edil­miştir. Bu rakamlar ve Bağdat'ın alanı dikkate alınırsa IV. (X.) yüzyılda Bağdat'ın nüfusunun yine 1.5 milyon olduğu tah­min edilebilir. Şehir eşrafı Zahir, Şemmâsiye, Me'mûniye ve Derbü Avn gibi ma­hallelerde otururdu. Katîatülkilâb, Nehrüddecâc ise fakirlerin yaşadığı mahal­lelerdi. İki katlı evler de olmakla bera­ber genel olarak halkın oturduğu evler tek katlı idi. Zenginlerin evlerinde ban­yolar vardı. Genellikle evler haremlik, kabul odaları ve hizmetçi odaları olmak üzere üç bölümden ibaretti. Halılar, di­vanlar, perdeler ve yastıklar başlıca mo­bilya çeşitleriydi. Serinleticiler, serin ev­ler ve serdablar yazın kullanılırdı. Evle­rin girişleri yazılar, hayvan, bitki resim­leri ve insan figürleriyle süslenirdi. Bah­çelere çok önem verilirdi.
Bağdat büyük bir kültür, tercüme ve bilim merkezi idi. Hanefi ve Hanbelî mez­hepleri burada doğmuştur. Ayrıca Bey-tülhikme gibi tercüme yapılan diğer ku­ruluşlar da burada bulunuyordu. Cami­ler, özellikle Mansûr Camii büyük bir öğ­retim merkezi idi. Bir kitap sergi sahası olarak da kullanılan çok sayıda kitapçı dükkânının bulunması kültür faaliyetle­rinin ulaştığı seviyeyi gösterir. Şairler, tarihçiler ve âlimler burada sayılamaya­cak kadar çoktu. Bu hususta Hatîb el-Bağdadîmin Târihu Bağdâd adlı eserin­de geniş bilgiler vardır. Sadece halifeler değil vezirler ve üst düzeydeki diğer gö­revliler de eğitim ve öğretime gereken ilgiyi göstermiş ve daima destek olmuş­lardır. İslâm kültürünün yaratıcı devri Bağdat damgasını taşır. Daha sonra bir eğitim ve öğretim merkezi olarak halk kütüphaneleri kuruldu. Bunların en meş­huru, Ebû Nasr SSbür b. Erdeşfr'in kur­duğu Dârülilim'dir. Medreseler kurulma­ya başlayınca Bağdat, Nizamiye ve Müs-tansıriyye medreseleriyle buna öncülük etti ve medrese sistemini hem program­da hem mimaride etkiledi. Özellikle IX. ve X. yüzyıllarda hastahanelere çok önem verildi. Bunlardan Bîmâristânü's-Seyyi-de (918), Bîmâristânü'l-Muktedirî (918) ve Bîmâristân-ı Adudî (982) çok meşhur­du. Vezir ve diğer devlet yetkilileri de çeşitli hastahaneler yaptırmışlardır. Hârûnürreşîd devrinde Bağdat'ta üç tane köprü vardı. Meşhur olan iki tanesi Bâbü Horasan ve Kerh'te idi. Hârûnürreşîd Şemmâsiye'de iki köprü inşa ettirdi, an­cak bunlar ilk kuşatma sırasında yıkıl­dılar. Üç köprü IX. yüzyılın sonuna ka­dar kaldı. Öyle anlaşılıyor ki kuzeydeki köprü yıkılmıştı, çünkü İstahrî sadece iki tanesinden bahsetmektedir. 997'de Bahâüddevle Sûkusselâsâ'da üçüncü bir köprü inşa etti. Bu da Sûkusselâsâ'nın Kuzey Bağdat'tan daha önemli hale gel­diğini gösterir.

Halife Emîn zamanına kadar Bağdat'ta istikrarlı bir hayat vardı. Ancak ilk ku­şatma sırasında halk arasında bazı fe­satçılar ortaya çıktı. IX. yüzyılın son çey­reğinden itibaren sel ve yangınlar da hayatı etkilemeye başladı. 883'teki sel Kerh'te 7000 evin yıkılmasına sebep ol­du. 904 ve 929'da Bağdat selden önem­li ölçüde zarar gördü. 983'teki sel Küfe Kapısı'na dayandı ve şehre girdi. Özellik­le emîrü'l-ümerâlar devrinde (936-945) kanalların ihmal edilmesi sel felâketine ve Bâdûrayâ bölgesinin tahribine sebep oldu. 919'da ve 934-948 yılları arasında vuku bulan kıtlıklarla hayat çekilmez hale geldi. 920 ve 921'de Kerh yangın­dan önemli Ölçüde zarar gördü. 934'te-ki Kerh yangını attarlar ve kuyumcular çarşısına kadar yayıldı. Büveyhîler döne­mi Bağdat için oldukça zor bir devirdi. Muizzüddevle 945'te Bâdûrayâ'da bazı kanalları tamir ettirdi ve hayat şartla­rında yeniden düzelme görüldü. Bu dö­nemi İhmalkârlıkların ağır bastığı bir dö­nem takip etti ve Batı Bağdat'ı sulayan birçok kanal harap oldu. Adudüddevle (977-982) bu kanalları temizletti. Köprü­leri ve rıhtımları yeniden inşa ettirdi. Da­ha sonraları bu gibi faaliyetlere rastlan­mamaktadır.

Bağdat'taki inşaat faaliyetleri bu dö­nemde sınırlıdır. 961'de Muizzüddevle Şemmâsiye Kapisı'nda büyük bir mey
dan ve güzel bahçeleriyle birlikte büyük bir saray inşa etti ve yaklaşık 1 milyon dinar harcadı. Bununla beraber saray 1027'de yıkıldı. Adudüddevle Yukarı Muharrim'de Muizzüddevle'nin hâcibi Sebük Tegin'in sarayını yeniden inşa ettirdi. Ona geniş bahçeler ilâve etti, büyük masraf­lar yaparak Nehrülhâlis'ten kanallarla su getirtti. Burası Büveyhîler'in resmî ika­metgâhı yani dârülimâre olarak kullanıl­dı. Adudüddevle Bağdat'ı çok kötü du­rumda bulmuştu. Evlerin ve çarşıların ye­niden yapılmasını emretti ve cuma cami­lerinin yeniden inşa edilmesi için çok pa­ra harcadı. Dicle kenarındaki rıhtımları tamir ettirdi. Zenginlere de Dicle kena­rındaki evlerini tamir etmeleri ve sahip­siz, harabe halindeki yerlerin bahçeleri­ni düzenlemelerini emretti. Merkez köp­rüyü dar ve yıkılmaya meyyal gördü ve onu yenileyip genişletti. 982'de Bîmâristân-ı Adudî'yi yaptırdı; hekimler, mü­fettişler, memurlar tayin etti. Pek çok ilâç, merhem, araç gereç ve eşya sağla­dı; bakımı için de vakıflar tahsis etti. Bununla beraber Bağdat Büveyhîler za­manında gerilemeye başladı. Mansûr'un yaptırdığı şehir tamamen ihmal edildi. Şehrin batısındaki mahalleler çok kötü durumdaydı. Batı Bağdat'ın en gelişmiş bölgesi, tüccarların iş yerlerinin bulun­duğu Kerh'ti. Şehrin doğu kesimi daha çok gelişmişti ve halkın ileri gelenieri genellikle burada otururlardı. Buranın muhteşem yerleri arasında büyük pa­zarın bulunduğu Bâbüttâk, Muharrim'deki Dârülimâre, şehrin güney tarafın­da ise halifenin sarayları vardı. İbn Hav-kal, Mansûr, Rusâfe, Berâsâ ve Dârüs-sultan camileri olmak üzere dört cuma camii gördüğünü söyler. Daha sonra 989 ve 993'te Katîa ve Harbiyye camileri cu­ma camii oldular. İbn Havkal, biri kul­lanılmayan iki köprü gördüğünü ifade eder. Öyle anlaşılıyor ki Muizzüddevle za­manında biri Şemmâsiye Kapısı'nda, bi­ri Bâbüttâk'ta, diğeri de Sûkusselâsâ'da olmak üzere üç köprü vardı.

Bağdat halk arasında çıkan karışık­lıklar, Büveyhîler'in desteklediği mez­hep ihtilâfları ve ayyârların çapulculuk­larından çok zarar gördü. 892'de Mu'tazıd kassâs ve falcıların sokaklarda ve ca­milerde oturmalarını, halkın da onların etrafında toplanıp tartışmalara katılma­sını yasakladı. Büveyhîler'den önce karı­şıklıklara, ahlâkı çok defa kuvvet kulla­narak düzeltmeye çalışan Hanbelîler se­bep olurdu. Bu dönemde mezhep ihti­lâfları birçok insanın ölümüne ve servetin kaybolmasına sebep oldu. 949'da Kerh'in yağmalanmasından başlayarak Sünnîler'le Şiîler arasındaki çatışmalar o devrede olağan olaylar arasında yer alıyordu. 959'da iki grup arasındaki ça­tışma Bâbüttâk'ın yakılıp yıkılmasına se­bep oldu. 971 "de çıkan olaylar sırasında 17.000 kişi öldü; 300 dükkân, birçok ev ve otuz üç cami yandı. 1016'da Nehrü Tâbık, Bâbülkutn ve Bâbülbasra mahal­lelerinin çoğu yandı. 1030'da birçok dük­kân ve çarşı tahrip edildi. Karışıklıklar ve zarar ziyanın çoğuna, özellikle X. yüz­yılın son çeyreğinden itibaren faaliyet­lerini yoğunlaştıran ayyârlar sebep olu­yordu. Ayyârlar devamlı şekilde halkın mal ve canına karşı terörü devam ettir­diler, pazarlar ve yollardan zorla haraç topladılar. Yolcuları soydular, geceleri evlere girdiler. Kılıç zoruyla ve yangın çı­kararak devamlı şekilde tahribat yaptı­lar. Özellikle Bâbüttâk, Sûku Yahya ve Kerh gibi zenginlere ait mahalle ve pa­zarları yaktılar. Halk evlerinin kapılarını kilitlemek zorunda kaldı ve tüccarlar ge­celeyin nöbet tuttular. Bu karışıklıklar fiyatların yükselmesine sebep oldu. Meş­hur bir ayyâr lideri olan Bürcümî, Bağ­dat'ı dört yıl boyunca fiilen yönetti ve bir terör havası estirdi (1030-1033). Bu olaylar karşısında hükümet âciz kalıyor ve ayyârlar karışıklık çıkarmasın diye zor­la vergi ve haraç toplamalarına göz yu­muluyordu. Bu hadiseler Selçukluların gelişine kadar devam etti.

1055'te Tuğrul Bey Bağdat'a girdi ve Büveyhîler'in Şiî politikasına son verip Sünnîler'i destekledi. Besâsîri 1038'de Fâtımîler adına Bağdat'ı işgal etti. Fa­kat 1059'da Selçuklular tarafından mağ­lûp edilerek öldürüldü. Bağdat'ın bu dö­nemde kazandığı görünüm daha sonra fazla bir değişikliğe uğramadı.

Tuğrul Bey 1056'da birçok ev ve dük­kânı yıkarak Dârülimâre'yi genişletti ve etrafını duvarlarla çevirdi. Dârülimâre 1058'de yandı ve tekrar inşa edildi, da­ha sonra da Dârülmemleke adıyla meş­hur oldu. 1115'te yeniden inşa edildi, ancak 1121'de bir kaza sonucu yandı ve yeni bir saray yaptırıldı. Melikşahı, sara­yın yakınında olan Muharrim Camii'ni genişletip yeniden inşa ettirdi (1091) ve cami bundan dolayı Sultan Camii olarak adlandırıldı.
Doğu Bağdat'ta halk hilâfet sarayları etrafında kümelendi. Muktedî-Biemril-lâh (1074-1094) inşaat faaliyetlerini teş­vik etti. Besâiiye, Katîa, Halebe, Aceme vb. saray etrafındaki yerleşim yerleri ge-
iişti. Muktedî, eski Tac Sarayı yakınında Dârüşşâtiyye'yi de inşa ettirdi. 1129'da Tac Sarayı yıkıldı ve yeniden yapıldı. Ge­lişen mahallenin etrafı duvarlarla çevrili olmadığından 1070'teki sel felâketinden çok zarar gördü. 1095'te Müstazhir. Ha-rîm mahallesinin etrafını bir duvarla çe­virdi. 1123'te Müsterşid burayı 22. arşın genişliğinde dört kapılı olarak tekrar in­şa ettirdi. Bu duvar Osmanlı hâkimiye­tinin sonuna kadar Doğu Bağdat'ın sı­nırlarını tayin ediyordu.

Bağdat XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gerilemeye başladı ve görünü­münde değişiklikler meydana geldi. Ba­tı Bağdat'ta birçok yer harap oldu ve önceki ev ve bahçelerin yerlerini virane­ler aldı. Şemmâsiye'nin eski mahallele­rine, Rusâfe ve Muharrim'e önem veril­medi.

1171'de Bağdat'ı ziyaret etmiş olan Tutîleli (Tudela) Benjamin halife sarayı­nın, altmış doktoru ve deliler için bir senatoryumu olan Bîmâristân-ı Adudinin büyüklüğünden bahseder ve Bağdat'ta kendilerine ait on okula sahip 40.000 ya-hudi olduğunu söyier. İbn Cübeyr 1185'-teki Bağdat'ı anlatırken genel bir geri­lemeye dikkat çeker, halkının gurur ve kibrini tenkit eder. Halifenin ikametgâ­hı, muhteşem saray ve bahçeleriyle yak­laşık bir veya daha fazla mahalleyi içine aiırdı. Bu taraf çok iyi iskân ve imar edil­mişti ve mükemmel çarşılara sahipti. Bunlardan en genişi Kurayye idi. Sultan Camii, Rusâfe Camii ve Halife Camii ol­mak üzere üç cuma camii vardı. Burada hepsi mükemmel binalarda eğitim ya­pan, bol miktarda bağış ve vakıflara sa­hip otuz medrese bulunuyordu. Bunla­rın masrafları vakıflardan karşılanırdı. Bu medreselerin en meşhuru 1110'da yeniden İnşa edilen Nizamiye Medresesi idi.

İbn Cübeyr, Müsterşid tarafından yap­tırılan dört kapılı duvarın yarım daire şeklinde olduğunu, her iki ucunun Dic­le'ye vardığını ve Rusâfe, Şemmâsiye ve Muharrim mahallelerinin birçok yeri ha­rabeye dönerken Ebû Hanîfe bölgesinin meskûn bir yer olduğunu ve Batı Bağ­dat'ın her tarafının tahrip edildiğini söy­ler. Surla çevrilmiş olan Kerh şehrinden ve Halife Mansûr'un yaptırdığı caminin bulunduğu Bâbülbasra'dan bahseder. İbn Cübeyr'in dikkat çektiği diğer bölgeler arasında, en kuzeyde Harbiyye ve ipek kumaşlarıyla meşhur Attâbiyye vardır. Ayrıca Bağdat'ta 2000 hamam ve on bir cuma camiinin bulunduğunu söyler. Müsterşid zamanında (1118-1135] îsâ Kanalı civarında bir köprü vardı. Bu köprü daha sonra Bâbülkurayye'ye nakledildi. Müstazî-Biemrillâh zamanında (1170-1180) Bâbülkurayye'de yeni bir köprü yapıldı ve ilki îsâ Kanalı'nın yakınındaki eski ye­rine getirildi. Bundan yarım yüzyıl son­ra Yâküt (ö. 623/1226] bazı faydalı bil­giler verir ve Batı Bağdat'ı, birbirlerin­den bir duvarla ayrılmış harabeler yığını mahalleler olarak gösterir. Harbiyye ku­zeyde Harimü't-Tâhirî, güneybatıda At-tâbiyyîn ve Dârülkaz, batıya doğru Mu-havvel, doğuya doğru Kasr-ı îsâ, güney­de Kerh ve Kureyye dikkati çeken ma­hallelerdir.

Bu dönemde bölgelerin yarı bağımsız statülerini gösteren cuma camilerinin sa­yısı Batı Bağdat'ta (Garbiyye) arttı. İbnü'l-Cevzî, 1135-1176 yıllan arasında Mansûr Camii'ne ilâveten altı camiden bah­seder. Kerh camileri Müstansır tarafın­dan tamir edildi. Câmiu'l-Kasr da 1082 ve 1235'te olmak üzere iki defa tamir edildi. Bugün hâlâ ayakta kalan Kame­riye Camii de 1228'de yapıldı. Abbasî hi­lâfetinin son yüzyılında halife veya ya­kınları tarafından inşa ettirilen çok sa­yıda ribât* tasavvufun ne derece etkili olduğunu gösterir.

Bağdat'ta medreselerin kurulmasına çok önem verildi. Bu hareket başlangıç­ta Sâfiîler arasındaki dinî uyanış yanın­da siyasî ve idarî ihtiyaçlarla açıklana­bilir. Fakat bu bir kültür faaliyeti ola­rak daha sonra da devam ettirildi. İbn Cübeyr Doğu Bağdat'ta otuz medrese olduğunu söyler. Diğer medreseler İbn Cübeyr'in ziyaretinden sonra kurulmuş­tur. En meşhurları 1066'da kurulan Ni­zamiye, aynı yıl kurulan ve bugün Külliyetü'ş-şerîa olarak kullanılan Ebü Ha­nîfe, 1233'te kurulan ve XVII. yüzyıla ka­dar varlığını koruyan Müstansıriyye med­reseleridir. Bu medreselerden her bi­ri, dört fıkıh mezhebinden biri üzerin­de ihtisaslaşmıştı. Sadece Müstansıriy­ye ile 1255'te kurulan Beşîriyye medre­seleri dört mezhebe göre öğretim yapı­yordu. Şemsülmülk b. Nizâmülmülk ta­rafından yetimler için kurulan bir mek­tep vardı. 1209'da Bağdat'ın her yerin­de, ramazan ayında fakirlere hizmet et­mek için misafirhaneler (dârüzziyâfe) ku­ruldu. Bağdat bu dönemde yangın, sel ve karışıklıklardan çok zarar gördü. 1057'-de Kerh, Bâbülmuhavvel mahalleleri ve Kerh çarşısının büyük bir kısmı yandı. 1059'da da Kerh ve Eski Bağdat'ın ço­ğu yandı.

Halk grupları ve mezhep mensupları (Hanbelîler'le Sâfiîler, Sünnîler'le Şiîler] arasında çıkan olaylar kan dökülmesine ve tahribata sebep olmaya devam etti. İbnü'l-Esîr 1108'de geçici bir uzlaşma­dan bahseder. Ancak bu uzlaşma kısa ömürlü oldu. Kavga ve çatışmalar de­vam etti ve Musta'sım zamanında kor­kunç boyutlara ulaştı. 1242'de Me'mûniyye ile Bâbülezec, Muhtâre ile Sûku's sultân, Katuftâ ve Kureyye mahalleleri arasında olaylar çıktı, pek çok kişi öldü­rüldü ve dükkânlar yağmalandı. 1255 yıllarında durum çok daha kötüleşti. Sünnîler'in oturduğu Rusâfe ve Şiî mahalle­si Hudayriyyîn arasında çatışmalar mey­dana geldi. Daha sonra Bâbülbasra ve Kerh de olaylara karıştı. Bu olaylar hem hükümet kontrolünün azaldığını, hem de mahalleler arasında rekabet olduğu­nu gösterir. Kerh ile Bâbülbasra arasın­da yeniden çatışma çıkınca bunu önle­mek için gönderilen askerler Kerh'i yağ­maladılar. 1256'da Kerh halkından biri­nin öldürülmesiyle olaylar doruğa ulaştı ve kontrolü sağlamak için gönderilen askerler halkla beraber Kerh'i yağmala­yıp birçok yeri yakıp yıktılar; pek çok ki­şi öldürüldü ve kadınlar kaçırıldı. Bu dö­nemde ayyârlar her yerde faaliyet gös­teriyordu. Dükkânları yağmalıyorlar ve geceleyin evleri soyuyorlardı. Hatta Müs-tansıriyye'yi bile iki kere talan etmişler­di. Hükümet olayları bastırmaktan âciz kaldı. Kanallar temizlenmediği için seller meydana geldi. 1243'teki seller ve taş­kınlar Nizamiye ve civarındaki bazı ma­halleleri tahrip etti. 1248'de seller Do­ğu Bağdat'ın etrafını sardı ve duvarların bir kısmını yıkarak Harîm'e ulaştı. Sel Rusâfe'de de birçok evi yıktı. Batı Bağ­dat sular altında kaldı ve Bâbülbasra ve Kerh bölgesi hariç birçok ev yıkıldı. Ekin­ler zarara uğradı. En büyük sel felâketi ise 1256'da meydana gelmiş ve Batı Bağdatdaki Dârülhilâfe ve Nizamiye çarşı­ları sular altında kalmıştı.

İki yıl sonra 10 Şubat 1258'de Moğol­lar Bağdat'a saldırdılar; Halife Musta'sım kayıtsız şartsız teslim oldu ve halk kılıç­tan geçirildi. Kuşatmadan önce Bağdat'a akın eden çok sayıdaki köylü de bu acı akıbetten kurtulamadı. Öldürülenlerin sayısı İle ilgili olarak kaynaklarda zikre­dilen tahminler, daha sonraki kaynak­larda daha yüksek olmak üzere 800.000 ile 2 milyon arasında değişmektedir. Çin­li seyyah Cha'ng Te [1259) on binlerce kişinin öldürüldüğünü ifade eder. Onun verdiği bilginin Moğol kaynaklarına dayandığı açıktır. Rakam vermek olduk­ça güçtür, ancak öldürülenlerin sayısı 100.000'i asmıştır. Şehrin her tarafın­daki gömülmemiş cesetlerden yayılan tahammülü imkânsız kokular Hülâgû'yu bile birkaç gün için çekilip gitmeye mec­bur etti. Şehir yağmalandı, camiler ahır haline getirildi. Kütüphaneler tahrip edil­di. Kitapların bir kısmı yakıldı, bir bölü­mü de Dicle nehrine atıldı, nehir günler­ce mürekkep renginde aktı. İslâm me­deniyetinin duraklamasına sebep olan Moğol istilâsı sadece Bağdat için değil bütün İslâm dünyası için korkunç bir fe­lâket olmuştur. Bununla beraber Bağ­dat tamamen yıkılmaktan kurtuldu. Bel­ki de ulemânın, "Adaletli bir kâfir, za­lim bir imamdan daha iyidir" şeklindeki fetvası bu hususta önemli rol oynadı. Hülâgü Bağdat'tan ayrılmadan önce hal­ka ait bazı binaların onarılmasını emret­ti. Vakıf müfettişi Câmiü'l-hulefâ'yı ye­niden inşa etti, medrese ve ribâtların tekrar açılmasını sağladı. Kültür çok za­rar görmesine rağmen tamamen yok edilmedi. Bağdat her yönüyle bir eyalet merkezi oldu. Şehir 1339-1340 yılına ka­dar İlhanlılar'ın hâkimiyetinde kaldı; bir vali ve bir şahne* ile bir askerî garnizon tarafından idare edildi.

Moğollar vergi tahakkuk ettirmek için Bağdat'ın nüfusunu onar, yüzer ve bi­ner kişilik gruplar halinde kaydettiler. Yaşlılar ve çocuklar hariç herkesten ver­gi alındı. Bu durum yaklaşık İki yıl de­vam etti. Bağdat'ta yönetim İranlılar'a tevdi edildiği için şehir giderek eski öne­mini kazanmaya başladı. Şehirde 1258-1282 yılları arasında valilik yapan Atâ Melik Cüveynrnin bunda önemli rolü ol­du. Onun idaresinde Câmiü'l-hulefâ'nm minaresi ve Nizamiye çarşısı yeniden inşa edildi. Müstansıriyye tamir edildi ve yeni bir sulama sistemi yapıldı. Şeyh Ma'rûf ve Kameriyye camileri yeniden yaptırıldı. Eski okulların bazıları özellikle Niza­miye, Müstansıriyye, Beşîriyye, Teteşiy-ye ve Medresetü'l-ashâb yeniden öğre­time başladılar. Cüveynî'nin karısı, dört mezhebin de esaslarının öğretilmesi için İsmetiyye Medresesi'ni ve onun yanında bir ribât yaptırdı. İlhanlı Hükümdarı Ah-med Teküder 1282'de, Abbasîler dev­rindeki gibi dinî bir duyguyla, camilere ve okullara bağışta bulunulması için bir mesaj yolladı. Bunun yanında İlhanlı ida­resi, müslüman olmayanlara karşı bir isyanın meydana gelmesine yol açtı. İl­hanlılar hıristiyanları korudular ve on­lardan cizyeyi kaldırdılar. Kiliseleri yeni­den inşa ettiler ve okulları öğretime aç­tılar. Argun'un (1284-12911 yahudi asıllı maliye nâzın Sa'düddevle kardeşini Bağ­dat'a vali tayin edince yahudilerin itiba­rı arttı. Gazan Han zamanında Bağdat'­taki gayri müslimler bazı sıkıntılarla kar­şılaştılar ve bir kısmı müslüman oldu. İlhanlılar Bağdat'ta kâğıt parayı (çao) kabul ettirmeye çalıştılarsa da başarılı olamadılar ve Gazan Han 1297'de bu uy­gulamaya son verdi.

Üç coğrafyacı İbn Abdülhak |ö. 1300 dolayları), İbn Battûta (ö. 1327] ve Ham­dullah Müstevfî (ö. 1339), Bağdat'ın XIII ve XIV. yüzyıllardaki durumu hakkında bilgi verirler. İbn Abdülhak Merâsid ad­lı eserinde, Batı Bağdat'ta en kalabalığı Kerh olan metruk mahalleler hariç hiç­bir şeyin kalmadığını söyler ve Kureyye ve Remliyye mahalleleriyle Dârürraklk çarşısından, kâğıt üretimiyle meşhur Dâ-rülkaz ve metruk bir köy gibi duran Bâ-bülmuhavvel'den bahseder. Ayrıca Bîmâ-ristân-ı Adudî'ye temas eder ve Harî-mü't-Tâhirî, Nehrü Tâbik ve Katîa ma­hallelerinden hiçbir eser kalmadığını, Tû-sâ mahallesinin de metruk bir köy gibi göründüğünü, Moğollar geldiği zaman Doğu Bağdat'ın büyük bir bölümünün harabe halinde olduğunu, onların da hal­kın çoğunu Öldürdüklerini, daha sonra taşradan gelenlerin Bağdat'a yerleştiği­ni söyler. Halebe, Kureyye ve Katîatüla-cem'in meskûn mahaller olduğunu ifa­de eder. İbn Battûta Bağdat'taki iki köp­rüden bahseder ve şehirdeki mükemmel hamamlar hakkında ayrıntılı bilgi verir. Çok sayıda cami ve medresenin olduğu­nu, ancak bunların harabe halinde bu­lunduğunu nakleder. Hamdullah Müs­tevfî de Bağdat hakkında önemli bilgiler verir. Onun Doğu Bağdat'ın surları hak­kında verdiği bilgiler İbn Cübeyr'in söy­lediklerini doğrular mahiyettedir. Müs­tevfî Bağdat'ta halkın hayatından mem­nun olduğunu, bozuk bir Arapça konuş­tuklarını, Şafiî ve J-Ianbelîler'in şehre hâ­kim bulunduklarını, ancak diğer mez­hep mensuplarının da bir hayli kalaba­lık olduğunu söyler. Çok sayıda medre­se ve ribâtın bulunduğunu, bunların en büyüğünün Nizamiye, mimari açıdan en güzelinin de Müstansıriyye Medresesi olduğunu kaydeder. Sitti Zübeyde Tür-besi'nin bu devreye ait olması mümkün­dür. Bu hanım Musta'sım'ın büyük oğ­lunun torunu Zübeyde olabilir.

Hasan-ı Büzürg 1339'da Bağdat'a yer­leşti ve 1410'a kadar süren Celâyirliler sülâlesini kurdu. Mercan Camii bu dö­nemde yapılmıştır. Kitabesinden anla­şıldığına göre Üveys'in kumandanı olan Mercan, cami ile birlikte medreseyi Ha­san-ı Büzürg'ün zamanında inşa etmeye başlamış ve 1357'de Üveys'in zamanında bitirmiştir. Bu medresede Şafiî ve Ha­nefî fıkhı okutulurdu. Günümüzde med­reseye veya camiye ait olan sadece bir kapı kalmıştır.

Bağdat Timur tarafından 795'te (1392-93) ve 803'te (1401) olmak üzere iki de­fa işgal edildi. Birincisinde şehir fazla za­rar aörmedi. fakat ikincisinde halk sucsuz olarak öldürüldü ve Abbâsîler'e ait mahalle ve binaların çoğu tahrip edil­di. Bu Bağdat'ın kültür hayatına indiri­len ikinci ağır darbe idi. Ahmed Celâyir 1405'te Bağdat'a dönerek Timur'un yık­tığı duvarları, bazı binaları ve çarşıları tamir ettirmeye çalıştıysa da zamanı çok kısa sürdü.
1410-1467 yıllan arasında Karakoyunlu Türkmenleri'nin hâkimiyetinde kalan Bağdat daha sonra Akkoyunlular'ın eli­ne geçti. Bağdat bu Türkmen hanedan­ları zamanında daha geriye gitti ve bun­ların kötü yönetimleri yüzünden önemli ölçüde zarar gördü. Halkın çoğu şehri terketti. Sulama sisteminin harap olma­sı sebebiyle seller yine pek çok zarara yo! açtı. Makrîzî Bağdat'ın 1437'de ha­rabe halinde olduğunu, ne bir cami ne cemaat ne de bir çarşı kaldığını, kanal­ların tamamen kuruduğunu ve Bağdat'ın şehir olmaktan çıktığını söyler. Buna ilâ­ve olarak kabileciliğin yaygınlığından ve kabile birliklerinin ülkenin hayatında ka­rıştırıcı rol oynamaya başladıklarından bahseder.

Bağdat 1508'de Safevî Hükümdarı Şah İsmail'in yönetimine geçti ve buraya sa­hip olmak isteyen Osmanlılar'la İranlılar arasında bir mücadele başladı. Şah İs­mail'in emri üzerine, Ebû Hanîfe ve Abdülkâdir-i Geylânî türbeleri başta olmak üzere Sünnîler'e ait pek çok türbe tah­rip edildi ve birçok Sünnî lider öldürül­dü. Bununla beraber Şah İsmail Mûsâ el-Kâzım için bir türbe yaptırdı ve Bağ­dat'a "halîfetü'l-hulefâ" unvanıyla bir vali tayin etti. Birçok İranlı tüccar Bağ­dat'a geldi ve ticarî faaliyetler arttı. Kürt lideri Zülfikar'ın Bağdat'ı zaptedip Ka­nunî Sultan Süleyman'a tâbi olduğunu ilân ettiği kısa bir devreden sonra Şah Tahmasb 1530'da ikinci defa Bağdat'ı ele geçirdi. Ancak Kanunî Sultan Süley­man 1534'te Bağdat'a girdi.

BİBLİYOGRAFYA:
İbn Tayfur. Târîhu Bağdâd, Leipzig 1908; Ya'kübî, Kitâbü'l-Büidân, s. 31-38, 41-43, 82-84;
Taberî, Târîh (Ebü'1-Fazl), II, 274, 277; III, 278-279, 322; VI, 234-235, 265;
Cehşiyârî, Ki-tâbü'l-Vüzerâ' ue'l-küttâb, Kahire 1938, s. 13;
EzdT, Hikâyetü Ebi'l-Kâsım el-Bağdâdî (nşr. A. Mez], Heidelberg 1902;
Ebü Bekir es-Sülî. Ahbârü'r-Râdî-Büiâh ue'l-Müttakî-Lillâh (nşr. H~ Dunne), Beyrut 1403/1983, s. 85-90, 131-134, 142-145, 194-200, ayrıca bk. İndeks; Te-nûtıî. Nişüâril'l-muhâdara (nşr. D. S. Margo-liOUth), Kahire 1920, I; Damas 1348/1930, VIII;
Mes'ûdî, et-Tenbîh, VI, 454-459;
Hamza el-İs-fahânî. Târîhu sinî mülûki'i-arz ue'I-enbiyâ', Beyrut, ts. (DSru Mektebeti'l-Hayât), s. 130; Makdisî, Kitâbü'l-Bed' ue't-târîh, IV, 101; a.mlf., Ahsenü't-tekâsîm, s. 119-120, 121; İbn Mis-keveyh. Tecâribü'l-ümem (nşr. H. F. Amedroz], Bağdad 1332-33/1914-15, I, 74-75; Hatfb. Tâ­rîhu Bağdâd, I-XIV; Ahbârü'd-devteti's Selcûkiye, s. 19, 20, 21, 23, ayrıca bk. indeks; İb-nü'1-Cevzf. Menâkıbü Bağdâd, Bağdad 1921, s. 7-8, 9-10, 11, 12-15; a.mlf., el-Muntazam, V, 21, 143, 144; VI, 3, 130, 140, 317-318İ Yâ-küt. Mu'cemu i-buldan, I, 678-679; II, 954; III, 613; IV, 254; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, V, 426-428; VIII, 85-86; XI, 152; İbnü't-Tıktakâ, ei-Fahrî, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), s. 144, 145; ibn Halli-kân. Vefeyât, II, 311; Kazvînî, Aşârul-büâd, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), s. 313-328; İbntn-Fü-vatî, et-Ha.üâdisü'1-câmi'a (nşr. Mustafa Ce-vâd), Bağdad 1351; EbüVFidâ, Târîh, İstanbul 1286/1869-70, I, 292; II, 3, 22, 27, 211; Müs-tevfî, Nüzhetü'l-kutab (Strange), s. 44-47; İbn Battûta, Tuhfetun-nüzzâr, I, 140-141 ; Makrî­zî. KilAbü's-Sülük, III, 100; İbn Tağrîberdî, en-Nücûmü'z-zâhire (Popper), I, 345; II, 16; III, 85, 270; V, 135; Münşî e!-Bağdâdî. Rihle (trc. Abbas el-Azzâvî), Bağdad 1948; İskender Bey Münşî. Târth, I, 75; III, 695, 726 vd.; Sarre-Herz-feld, Archaologische Reise im Euphrat und Tigris-Gebiet, Berlin 1900, s. 35, 43, 45; M. Streck, Die Alte Lands haft Babyionien, Leiden 1900, I, 49-50; G. Le Strange, Baghdad during theAbbasid Caliphate, Oxford 1924; S. H. Lon-grigg, Four Centuries of Modern Iraq, Oxford 1925; Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Târîhu mesâci-di Bağdâd ve âşâruhâ, Bağdad 1346; R. Leyy, A Baghdad Chronİcie, Cambridge 1929; D. S. Sassoon, History of the Jews in Baghdad, Letchworth 1949; A. Sousa, Atlasu Bağdâd, Bağdad 1952; A. A. Duri, "Baghdâd", El2 (İng.), i, 894-908; H. Kennedy, "Baghdad", Elr., III,412'41           filim   Abdülazız ed-Duri


II. OSMANLI DÖNEMİ
Bağdat 1508'de Safevîler'in eline geç­mesinden Kanunî Sultan Süleyman ta­rafından 1534'te alınmasına kadar Safevîler'le Osmanlılar arasında uzun müca­delelere sahne oldu. Ticaret yollan üze­rinde bulunması, Osmanlılar'ın Avrupa ile mücadelesinde Bağdat'ı ön plana çı­kardı. Nitekim Avrupa'yı ekonomik bas­kı altına almak isteyen Osmanlı Devleti Anadolu ve Karadeniz ticaret yollarına sahip olduktan sonra Basra'dan Bağdat'a, oradan da Suriye'ye uzanan hattı ele geçirmek için faaliyete geçti.

Şah İsmail'den sonra tahta geçen I. Tahmasb devrinde Bağdat Muslu kabi­lesinden Zülfikar Han'ın nüfuzu altına girdi. Zülfikar Han Kanunî adına hutbe okutup para bastırdı ve ona bağlılığını bildirmek üzere elçiler gönderdi. Bunun üzerine I. Tahmasb 1529'da Zülfikar Han'ı cezalandırmak İçin ordusu ile şe­hir civarına geldi. Zülfikar Han müdafaa tertibatı aldıysa da Tahmasb tarafından elde edilen kardeşlerinin ihaneti sonu­cu yakalanarak idam edildi ve bu şekil­de Bağdat tekrar Safevîler'in eline geç­ti. Şerefeddin oğlu Tekeli Mehmed Han Bağdat valiliğine tayin edildi.

Kanunî Sultan Süleyman Irakeyn Seferi'nde Tebriz'i fethedip Irak'a yürüdü­ğü sırada Mehmed Han kendisine kar­şı oluşan muhalefet yüzünden Bağdat'ı terketmek zorunda kaldı. Bunun üzeri­ne halk şehrin anahtarlarını veziriazam Makbul İbrahim Paşa'ya teslim etti. İb­rahim Paşa Bağdat'a girdi, ancak yağ­maya meydan vermemek için askeri şe­hir dışında tuttu. Kanunî de 24 Cemâziyelevvel 941'de (1 Aralık 1534) şehre girdi. Fuzûlî bu fetih için, "Geldi burc-ı evliyaya pâdişâh-ı nâmdâr" mısraı ile tarih düşürmüştür. Padişah Bağdat'ta kaldığı dört ay içinde Kâzımiye'de Safevîler tarafından yapımına başlanan ve yarım kalmış olan camiyi tamamlattığı gibi Abdülkâdir-i Geylânî'nin cami ve tür­besi için zengin vakıflar kurdu. İmâm-ı Âzam'ın mezarını buldurup burada tür­be, cami ve medrese inşa ettirdi. Ay­rıca Âzamiye Kalesi'ni yaptırarak Bağ­dat'tan dönüşünde buraya Diyarbekir eski beylerbeyi Süleyman Paşa'yi vali tayin etti ve şehrin muhafazası için ye­teri kadar kuvvet yerleştirdi.

29 Mayıs 1555'te Amasya Muahede­si ile hukuken Osmanlı Devleti'ne bağlı olduğu kabul edilen Bağdat'ta I. Ahmed devrine (1590-1617) kadar bazı aşiret ayaklanmaları dışında önemli bir hare­ket görülmemektedir. 1. Ahmed devrin­de ise Celâlîler'den bölükbaşı Tavîl Ah­med ve oğlu Mehmed isyan etmiştir. Bu isyanları bastırmaya Nasuh Paşa gön­derilmiş, paşa önce Tavîl Ahmed'e, sonra oğluna mağlûp olmuşsa da Mehmed bir tekke banisi olan Mehmed Çelebi adında biri tarafından öldürülmüş, yeri­ne geçen kardeşi Mustafa'nın isyanı da Cigalazâde Mahmud Paşa tarafından bastırılmıştır.

1. Ahmed'den sonra merkezî otorite­nin sarsılması sebebiyle Bağdat'ta yeni­den isyanlar çıktı. Bu isyanların elebaşı­larından yeniçeri zabiti Bekir Suba­şı ile azebler ağası Mehmed Kanber dev­leti en çok uğraştıran âsilerdir. Bağdat valiliğinde bulunan Hafız Ahmed ve Ke­mankeş Ali paşaların çabalarına rağmen eyaletin İran'a yakın bulunması ve Safevîler'in işe karışmaları yüzünden isyan­lar kolayca bastınlamadı. Hatta bir ara Bekir Subaşı Şah Abbas'la münasebet dahi kurdu. Ancak bu sırada Bekir Su­başı ile Mehmed Kanber arasında doğan rekabet ve nüfuz mücadelesi, Mehmed Kanber'in Bağdat Beylerbeyi Yûsuf Pa­şa ile birlikte Bekir Subaşı taraftarlarını ortadan kaldırmak istemelerine yol aç­tı. Bu arada Yûsuf Paşa'nın ölümü iç ka­lenin âsilerin eline geçmesine sebep ol­du ve bunun üzerine Diyarbekir Beyler­beyi Hafız Ahmed Paşa Bağdat'a gönde­rildi. Ahmed Paşa Bağdat üzerine yürür­ken bir taraftan da Şah Abbas'la yakın temasa geçen Bekir Subaşı'nın beylerbeyiliğe tayinini istedi ve bu teklif dev­let tarafından da uygun bulundu. Nite­kim Bekir Subaşı'ya yardıma gelen İran'ın Hemedan beylerbeyi Safî Kulı Han Hafız Ahmed Paşa'nın Bağdat'tan çekilmesi­ni, aksi halde iki devlet arasındaki barı­şın bozulacağını bildirdi; bunun üzerine Hafız Ahmed Paşa Bekir Subaşı'yı acele olarak beylerbeyi tayin etti ve Bekir Su­başı da İran taraftarlarını şehirden kov­du. Şehri teslim almaya gelen, ancak al­datıldığını anlayan Şah Abbas, 1623 Tem­muzunda ordusunu Bağdat üzerine sevkederek şehri kuşattı. Bu durum karşı­sında Bekir Subaşı Osmanlı Devleti'nden yardım İstemek zorunda kaldı. Üç ay müddetle muhasara edilen Bağdat'ta kıtlık başladı ve bu arada Bekir Subaşı öldü. Şah Abbas'ın kendisine Bağdat valiliğini vaad ettiği oğlu Derviş Mehmed ise bu vaade aldanarak müdafaa etmek­te olduğu iç kaleyi Safevîler'e teslim etti (28 Kasım 1623]. Şah Abbas verdiği sözün aksine Sünnî halka büyük zulüm yaptı ve katliamda bulundu: İmâm-ı Âzam ve Abdülkâdir-i Geylânî türbelerini tahrip ettirerek cami ve medreseleri ahır hali­ne getirdi. Katliamdan kurtulan Sünnî­ler ise Bağdat'tan sürüldüler. Osmanlı Devleti. IV. Murad'ın çocuk yaşta bulun­masına ve İstanbul'da karışıklıklar çık­mış olmasına rağmen şehri kurtarmak için harekete geçti. Hafız Ahmed Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu 13 Ka­sım 1625'ten 3 Temmuz 1626'ya kadar Bağdat'ı kuşatma altına aldı. İranlılar şehri tam teslim edecekken Osmanlı or­dusunda çıkan hastalık ve ayrıca yorgun­luk bu teslimi engelledi. Bağdat, Şah Abbas'ın halefi Şah Safî zamanında 1629'da İran seferine çıkan Sadrazam Boş­nak Hüsrev Paşa tarafından ikinci defa muhasara edildiyse de kırk gün süren bu kuşatmadan da bir sonuç alınamadı. Bu arada Bağdat valisi bulunan Safî Ku­lı Han ölmüş, yerine zevk ve safaya düş­kün bir kimse olan Bektaş Han getiril­mişti. Bunun zamanında Bağdat'ta çıkan veba salgını şehirde kitle halinde ölüm­lere sebep oldu.

Bağdat 15 Ekim 1638'de başlayıp kırk gün süren bir kuşatma sonucu yeniden Osmanlı idaresine girdi. Osmanlı Sad­razamı Tayyar Mehmed Paşa'nın şehid düştüğü bu muhasara sırasında şehir büyük ölçüde harap olduğundan IV. Murad şehrin ele geçirilmesinden sonra bi­naları tamir ettirdiği gibi İranlılar tara­fından tahrip edilen İmâm-ı Âzam'ın tür­besini onartıp Dicle'ye set inşası ve bazı mahallere su getirtilmesi gibi faaliyet­lerde de bulundu. IV. Murad Bağdat'ta iki ay kaldıktan sonra beylerbeyiliğe Küçük Hasan Paşa'yı getirerek İstanbul'a döndü. Kasrışîrin Antlaşması"yla da İran­lılar Bağdat'ın Oşmanlılar'a ait olduğu­nu kabul ettiler. Bundan sonraki Bağ­dat valileri Musul'dan Basra'ya kadar olan sahada devlet otoritesini sağlamak­la uğraştılar. Meselâ valilerden Kara Mus­tafa Paşa, Basra Valisi Hüseyin Paşa'nın isyanını bastırarak asayişi temin etti (1667). Ancak Basra önce Müntefik aşi­reti şeyhi Ma'nrnin, ardından da Hüveyze Hanı Ferecullah'in hâkimiyetine girdi, bir. süre sonra ise İranlılar'ın eline geç­ti. Osmanlı Devleti 1683'te başlayan ve 1699'a kadar devam eden Avusturya, Rusya, Prusya ve Venedik savaşları do­layısıyla bölgeye yeteri kadar ilgi göste­remedi. Savaşın sona ermesinden sonra ise Bağdat Valisi Daltaban Mustafa Paşa'nın seraskerliğinde düzenlenen sefer­le Kurna ve Basra yeniden Osmanlı ida­resine girdi.
1704'te valiliğe getirilen Eyübi Ha­san Paşa ve oğlu Ahmed Paşa'nin vali­likleri Bağdat'ta yeni bir dönemin baş­langıcı oldu. Haşan Paşa on dokuz yıl sü­ren valiliği sırasında bölgede huzursuz­luklar çıkaran âsi aşiretleri sindirerek asayişi sağladı. Şehre giren yiyecek mad­deleri üzerinden alınmakta olan vergi­leri de kaldırarak halkın sevgisini kazan­dı. Enderun'da yetiştiği için Bağdat'ta Osmanlı sarayı teşkilâtına benzer bir teş­kilât kuran Hasan Paşa has oda, hazine ve kiler odaları ile bir mektep kurdu. Sa­tın aldığı Abaza, Gürcü ve Çerkeş köle­lerle bazı eşraf çocuklarını sarayda eğit­ti. Daha sonra bunlar önemli mevkilere geldiler. Bağdat'ta huzur ve güveni sağ­layan ve bu sırada İran'la başlayan sa­vaşlarda serasker bulunan Hasan Pa-şa'nın vefatı üzerine Bağdat valiliği ve ordu kumandanlığı oğlu Ahmed Paşa'ya verildi. Babasının siyasetini sürdüren Ah­med Paşa bir yandan İran'a karşı başa­rıyla mücadele ederken bir yandan da Bağdat'a saldıran Benî Cemîl kabilesini cezalandırdı.

1733'te Nâdir Şah tarafından kuşatı­lan Bağdat, Ahmed Paşa'nın şiddetli mu­kavemeti sonucu yedi ay dayandıktan sonra Topal Osman Paşa kumandasın­daki Osmanlı ordusunun 20 Temmuz 1733'te Nâdir Şah'ı mağlûp etmesi üze­rine muhasaradan kurtuldu. Ancak Nâ­dir Şah çıktığı Hint seferinden dönüşün­de Bağdat'ı tekrar kuşattı (1743) ve Ker­kük'ü zaptetti. 1746'da imzalanan Os­manlı - İran antlaşmasında Bağdat yi­ne Osmanlılar'da kaldı. Ahmed Paşa'nın 1747'de ölümünden sonra Bağdat va­lileri çıkan isyanları bastırmakla uğraş­tılar.

Ahmed Paşa'nın Ölümünden sonra azatlı kölesi ve damadı Adana Valisi Sü­leyman Paşa Bağdat valisi oldu (1749). Bunun zamanında Arap kabileleri itaat altına alındı, Irak'ta emniyet ve asayiş sağlandı ve memlûklu yönetimi iyice yer­leşti. Süleyman Paşa'nın Bağdat'ta bü­yük ölçüde taraftar bulması üzerine Os­manlı Devleti bundan sonra burada ken­di istediği birini değil, nüfuz ve idareyi ellerine geçirmiş olan kölemenlerden bi­rini tayin etmek mecburiyetinde kaldı. Bu sebeple Süleyman Paşa'dan sonra 1762'de kethüdası Ali, 1764'te de yine kethüdalardan Ömer Paşa vali tayin edil­di. Bu arada 1772'de çıkan veba salgını halkın büyük kısmının ölümüne ve sağ kalanların Bağdat'ı terketmelerine yol açtı. Bu karışık durumda memlükler ara­sındaki çekişmeleri fırsat bilen İranlılar Basra'yı ele geçirdi ve Basra mütesellimliğine kölemenlerden Süleyman Ağa getirildi. Bu durum İran serdarı Zend Kerim Han'ın ölümüne kadar devam etti. Onun ölümü üzerine Basra mütesel­limi bulunan Süleyman Ağa Osmanlı Devleti'ne başvurarak Basra eyaleti valiliği­ni istedi. Osmanlı Devleti Süleyman Paşa'ya Basra valiliğini verdikten başka ilâ­ve olarak Bağdat ve Şehrizor eyaletleri­ni de bağladı. "Büyük" lakabı ile anılan Süleyman Paşa Bağdat ve Basra valisi olunca daha önceki karışık durumdan faydalanarak isyan eden âsi kabileleri cezalandırdı, ayrıca Bağdat'ta büyük bir imar faaliyetine başladı, ticaret ve ziraatı teşvik etti. Merkezî hükümetle iyi geçin­di ve Mısır seferi için 2000 kese yardım­da bulundu. Ancak Bağdat'ta vuku bu­lan ikinci bir veba salgını ve Vehhâbi sal­dırısı bu gelişmelere engel oldu.

Büyük Süleyman Paşa'nın 8 Ağustos 1802'de ölümü üzerine yerine Ebû Gaddâre Ali Paşa tayin edildi. Ali Paşa Şam Valisi Azmzâde Abdullah Paşa ile Vehhâbîler üzerine sefere çıkmak için görevlendirildiyse de bu sefer gerçekleştirile­medi.
Ali Paşa'nın katlinden sonra Osmanlı Devleti Bağdat'taki kölemen yönetimine son vererek valiliğe Yûsuf Ziya Paşa'yı getirmek istedi. Ancak Fransız elçisi Sebastiani'nin araya girmesi bu teşebbü­sün gerçekleştirilmesine engel oldu ve valiliğe yine kölemenlerden Küçük Süley­man Paşa tayin edildi. Fakat kısa bir sü­re sonra İcraatının hoşa gitmemesi, Vehhâbîliğe meyletmesi ve Bağdat muhallefât*ını göndermemesi, Osmanlı Devleti ile arasının açılmasına sebep oldu. Bağ­dat'a gönderilen ve Süleyman Paşa ile görüşen Halet Efendi bir sonuç alama­yınca topladığı kuvvetlerle Bağdat üze­rine yürüdü, ayrıca el altından şehirde bir de isyan çıkarttı. Fakat yapılan sa­vaşta yenildiyse de ertesi gün Süleyman Paşa'nın kuvvetleri dağıldı: Süleyman Paşa ise sığındığı bedevi tarafından Öl­dürüldü. Bağdat'a giren Halet Efendi va­liliğe kölemenlerden Abdullah Ağa'yı (Pa­şa) getirdi. Fakat Abdullah Paşa'nın bir müddet sonra Süleyman Paşa'nın oğlu Said Paşa ile yaptığı savaşta yenilmesi ve öldürülmesi üzerine (1813) Bağdat, Bas­ra ve Şehrizor vezir payesine yükselti­len Said Paşa'ya verildi. Ancak Said Pa­şa'nın bazı uygunsuz hareketleri azledil­mesine sebep oldu ve Haiep'e sürüldü. Yerine eniştesi Dâvud Efendi (Paşa) ge­tirildi (1817). Kölemenli Dâvud Paşa'nın on beş yıl süren valiliği sırasında Bağ­dat büyük gelişme gösterdi. Asayiş sağ­landı, çeşitli hayrat eserleri tesis edilip kumaş  imalâthaneleri  açıldı.  Avrupa'dan getirtilen ustalar sayesinde sanayi­de önemli ilerlemeler sağlandı; ziraî borç­ların silinmesiyle ziraatın gelişmesine yardımcı olundu. Bu arada Dâvud Paşa, meydana getirdiği ve I. Napolyon'un es­ki yaverlerinden Deveaux'ya tâlim ettir­diği 10.000 kişilik piyade ve topçu kuv­veti sayesinde Basra yöresine tecavüz eden Müntefik Şeyhi Hammûd'u berta­raf etti. Öte yandan 1821'de başlayan İran savaşlarında da önemli başarılar kazandı.

Kölemenlerin Dâvud Paşa ile yeniden kuvvet kazanması, imparatorluk içindeki mütegallibeyi ortadan kaldırmak isteyen II. Mahmud'un siyasetine ters düşmek­teydi. Ayrıca 1827-1829 Osmanlı-Rus sa­vaşı için talep edilen parayı göndermeyip devletin buradaki nüfuzunu temsil eden şıkk-ı evvel" defterdarı Sâdık Efendi'yi de öldürtünce Dâvud Paşa âsi ilân edildi. İngiliz elçisinin aracılığına rağmen ten­kili için Halep Valisi Ali Rızâ Paşa görev­lendirildi. Ali Rızâ Paşa öncü olarak gön­derdiği Kasım Paşa'nın öldürülmesi üze­rine Bağdat'ı kuşattı. Doksan gün süren kuşatma sonunda Ali Rızâ Paşa halkın açtığı kapılardan şehre girdi ve hemen bütün kölemenler yakalanıp idam edil­di. Sadece on beş kadarı saklanıp kurtulabildi. Dâvud Paşa ise devlet tarafın­dan affedildi.

Dâvud Paşa'dan sonra on altı yıl sü­reyle Bağdat valiliğini Ali Rızâ Paşa yü­rüttü. Ondan sonra Necib, Nâmık, Göz­lüklü Resid, Takıyüddin ve Midhat paşa­lar Bağdat valiliğinde bulundular. Bunlar­dan 1869-1872 yılları arasında vali olan Midhat Paşa, Degare meselesi denilen önemli urban isyanını bastırdığı gibi Necid'i de itaat altına alarak Bağdat vilâ­yetine bağladı. Bağdat onun zamanında büyük bir gelişme göstererek modern bir hüviyet kazandı. Haikın refahı sağ­landı, şehrin çevresindeki surlar yıkıldı, kuzeyden güneye doğru büyük bir cad­de yapıldı, sokaklar genişletildi. I, Dün­ya Savaşı'nın sonlarına doğru ikinci bir cadde açılmasına başlandı, fakat savaş sonrasında Osmanlı kuvvetlerinin şehir­den çekilmesi üzerine cadde İngilizler'ce tamamlandı. 1888'den itibaren ise şe­hir Bağdat demiryolu ile Anadolu ve İs­tanbul'a bağlandı.

Bağdat Lozan Antlaşmasfna kadar hukuken Osmanlı Devleti'ne bağlı kaldı. Irak'ın 23 Ağustos 1921'de bir krallık haline gelmesi üzerine ise bu devletin merkezi yapıldı.

400 yıla yakın bir süre Osmanlı ida­resinde kalan Bağdat'tan seyahatname­lerde kervanların buluşma yeri, Arabis­tan, İran ve Türkiye için önemli bir tica­ret merkezi olarak bahsedilmektedir. Bu seyahatname yazarlarından Caesar Frederigo 1563'te şehirde pek çok tüc­car gördüğünü; Sir Anthony Sherley her türlü malın kaliteli ve çok ucuza bulun­duğunu, nehir üzerinde kalın zincir ve demirlerle birbirine bağlanmış, gerekti­ğinde açılabilen kayıklardan bir köprü yapılmış olduğunu anlatmaktadır (1590). Rauvvolf ise sokakların dar ve evlerin sağlıksız olduğunu, paşanın ikametgâhı ile devlete ait binalar dışında birçok bi­nanın harabe halinde bulunduğunu be­lirtir (1574|. Ayrıca hamamların iyi bir durumda bulunmadığını, şehrin batı ke­siminin etrafı açık büyük bir köy görü­nümünde olduğunu, doğusunun ise sağ­lam bir duvar ve hendeklerle çevrili bir halde bulunduğunu yazar. Seyyahlardan John Eldred de 1S83'te Bağdat'ta Arap­ça, Farsça ve Türkçe konuşulduğunu kay­detmektedir. Portekizli Pedro Texaira Do­ğu Bağdat'ta 20-30.000 ev ile bir darp­hâne bulunduğunu, okçuluk ve tüfekçi­lik okullarının yer aldığını ifade etmek­tedir (1604]. Ayrıca Tavernier, Evliya Çe­lebi ve Thevenot gibi XVII. yüzyıl seyyah­ları da Bağdat hakkında bilgi vermek­tedirler. Bunlardan Evliya Çelebi, Doğu Bağdat'ın etrafını çeviren surun yarım daire biçiminde ve 60 zira (arşın) yüksek­liğinde olduğunu belirtmektedir. Kalenin kara tarafında 118. nehir tarafında ise kırk beş kule bulunmakta ve İmâm-ı Âzam, Karanlık Kapı, Ak Kapı ve Köprü Kapısı adlarında dört kapı yer almaktay­dı. Evliya Çelebi surun uzunluğunu nor­mal yürüyüşle 28.800 adım (yaklaşık 7 mil), Kâtib Çelebi ise 12.200 zira olarak belirtmektedir. 1853'te Bağdat'a gelen Fe!ix Jones da daire şeklinde tasvir et­tiği ve Dicle'den getirilen su ile doldu­rulmuş hendeklerle çevrili olduğunu söy­lediği Doğu Bağdat surlarını 10.600 yard (yaklaşık 6 mil) uzunluğunda gösterir.

Kanunî Sultan Süleyman devrinde dü­zenlenmiş tahrir defterine göre (1544) Bağdat'ta çeşitli sosyal tesislere ve şa­hıslara ait kırk dört vakıf bulunuyordu (BA, 7D, nr. 386, s. 222-241). Bunlardan Danyal Peygamber Mezar ve Camii, Huzeyfetü'l-Yemânî Alemdar Mezarı, Ev-iâd-ı İmam Hasan Mezarı, Mercâniyye Dârüşşifa ve Medresesi, Müstansıriyye Medresesi, Câmi-i Kebîr, Cihan Şah Padi­şah, Zâviye-i Cemşîd Bey, Mezâr-ı İmam Abdullah, Makam-ı Hızır Nebî, Makam-ı Seyyid Abdurrahman b. Zeynüddin, Me­zâr-ı bint-i Ümmü Külsûm, Şeyh Necîbüd-din Sühreverdî, Şeyh Şehâbeddin Sühreverdî, Hz. Ali makamı, Kameriyye Camii, Haydarhâne, Vefâiyye Medresesi. Ribât Medresesi, Yamanca Hatun Medresesi, İsmâiliyye Medresesi vakıfları en tanın­mış olanlardır.
Sözü edilen bu kırk dört vakfın 1544 yılı geliri toplamı 384.874 akçeye ulaşmaktaydı. XVI. yüzyılda önemli vakıf gelirine sa­hip bu gibi eserlerin XVII. yüzyılda da mevcut olduğu, Evliya Çelebi'nin bun­larla ilgili kayıtlarından anlaşılmaktadır. Nitekim Evliya Çelebi pek çok cami ve han bulunduğunu söylediği Bağdat'ta dokuz caminin ismini zikretmekte, ay­rıca sekiz kilise, üç sinagog, 700 tek­ke ve 500 hamamdan bahsetmektedir. Öte yandan IV. Murad dönemine (1623-1640) ait bir tahrir defterinde Hz. Ali ve İmam Hüseyin evkafının 1.365.044, İmâm-ı Âzam evkafının 48.850, Şeyh Ab-dülkâdir-i Geylânî evkafının 79.250, Sei-mân-ı Fârisî evkafının 13.413, Kanber Ali evkafının 11.697 ve Şeyh Câkir evkafı­nın 57.796, Müstansıriyye Medresesi ev­kafının 21.662, Şeyh Şehâbeddin Sühre­verdî evkafının 85.519, Mercâniyye Med­resesi evkafının 95.110 akçe geliri bu­lunmaktaydı (BA, TD, nr. 1028, s. 8-11). Bunlardan bugün halen üniversite ola­rak eğitim veren Müstansıriyye Medresesi'nde yılda öğretime 708, imamete 1062, müezzinliğe 708. hitabete 354, ferrâşa 354, talebelere 2124, nezârete 531 ve tevliyete de 384 akçe olmak üze­re toplam 12.951 akçe ücret kaydedil­miştir. Bu dönemde Bağdat'ın etrafının hurma bahçeleriyle çevrili olduğu da be­lirtilmektedir. Nitekim Bağdat şehri ci­varında 7232, vilâyette ise 305.253 hur­ma ağacı bulunmaktaydı.

İslâm medeniyetinin en önemli mer­kezlerinden biri olan, ancak Osmanlılar'a geçmeden çok önce bu özelliğini kaybe­den Bağdat'ta Osmanlılar döneminde yeniden az da olsa ilim ve edebiyat sa­hasında ün kazanmış şahsiyetler yetiş­miştir. Nitekim Kanûnf nin Bağdat'ı fet­hettiği sıralarda burada bulunan ünlü Türk şairi Fuzûlî Osmanlı hükümdarı ve bazı devlet adamları hakkında kaside­ler yazmış, ondan sonra oğlu Fazli de Türk edebiyatının seçkin simalarından biri olarak şöhret kazanmıştır. Yine meş­hur divan şairi Ruhî ile Gülşen-i Şuarâ adıyla bir tezkire yazan Ahdî Bağdat'ın önemli şairlerindendir. Bunlardan başka Zihnî, Zâyiî, Aziz, İlmî ve Bağdat Mevlevîhanesi şeyhliğinde bulunmuş olan Yahya Dede, Gülşen-i Hulefâ müellifi Murtaza ile son devir Türk şairlerinden Ahmed Hâşim de Bağdatlıdırlar.

Osmanlılar tarafından fethinden son­ra Bağdat ve civarının tahriri yapılarak şehir yeni bir eyaletin merkezi halinde teşkilâtlandırıldı. 1560'larda eyalete yir­mi dokuz sancak bağlıydı. 1578-1588 lis­telerine göre Bağdat eyaleti yirmi iki san­caktan ibaretti ve bazı sancakları yeni teşkil edilen Rakka eyaletine bağlanmış­tı. Ayrıca eyalete bağlı sancaklardan Mu­sul ve Deyrürahbe beylerbeyilik haline getirilmişti. Bu sırada başlıca sancakla­rını Erbil, Hille, Zengâbâd, Semevât, Ker­kük, Cessânbedre.-Harîrdîvîn, Bayat, Rû-mâhiye, Derteng, Cevâzir, Vâsıt, Kasrışîrin teşkil ediyor, İmâdiye ise yarı müs­takil hükümet statüsünde eyalete bağlı bulunuyordu. Ayn Ali Efendi ise Bağdat eyaletinin on sekiz sancağa ayrıldığını, bunların yedisinde timar ve zeamet sis­teminin uygulandığını, diğer on bir san­cağın ise "arz-ı hâliye-i Irak" olarak ad­landırıldığını, İmâdiye'nin kendi hâkimi tarafından tasarruf edildiğini yazar. Ti­mar sisteminin uygulandığı sancakların ise Hille, Zengâbâd, Cevâzir, Rûmâhiye, Cengûle, Karatâk olduğunu belirtir. Sâl-yâne'li eyaletlerden olan Bağdat eyale­tinin yıllık geliri 14 yük (1.400.000) akçe idi. Eyalette beylerbeyi, kadılar, yeniçe­ri, cebeci ve hisar ağalan, topçubaşı, ha­zine ve timar defterdarları, gümrük emi­ni gibi yüksek devlet memurları da gö­rev yapıyordu. Her yıl merkezden gönde­rilen kapıkulu askerleri Bağdat'ın iç ka­lesinde otururlardı. Safevîler'in eline geç­tikten sonra eyalet sistemi dağıldı, an­cak IV. Murad tarafından yeniden zaptı ile eski teşkilâtın kurulmasına çalışıldı. Bu dönemde Bağdat eyâleti Mendslîcan Kerkük, Dükuk, Cevâzir. Hille ve Rûmâhiye adlı timar sisteminin uygulandığı altı sancağa ayrılmıştı. XVII. yüzyılın or­talarında ise eyalet, bir kısmında timar sisteminin uygulandığı, diğerlerinde uy­gulanmadığı yirmi beş sancaktan ibaret bir durumdaydı. Büyük Süleyman Paşa'nın Bağdat eyaleti valiliğine tayininden sonra (1779) Basra ile Şehrizor sancak­ları da buraya ilâve edilerek uzun bir sü­re bu yöreler Bağdat eyaleti içinde yer aldı. Kölemen idaresinin son bulmasın­dan sonra Irak'ın doğrudan merkeze bağlanması ile Basra, Şehrizor ve Mu­sul ayrı vilâyet haline getirildi ve daha sonra Bağdat vilâyeti sadece Dîvâniye ve Kerbelâ'dan ibaret kaldı. Bağdat 1857'-de yeni kurulan 6. Ordu'nun, daha son­ra ise 13. Kolordu'nun merkezi oldu. V. Cuinet, Bağdat merkez sancağına bağlı Horasan, Aziziye, Hânikîn, Mendeli, Sâmerrâ, Cezîre, Delim, Kûtül'amâre, Kâ-zımiye ve Âne adlarında on kazası bu­lunduğunu ve sancakta 340.800 müslüman, 7000 hıristiyan, 52.200 de yahudi nüfusun yer aldığını kaydeder.

BİBLİYOGRAFYA:
BA, TD, nr. 386, s. 222-241; nr. 1028, s. 8-11, 225-242; Bağdad Salnamesi, Bağdad 1309, s. 209; Feridun Bey, Münşeat, II, 406; Selânikî, Târih [İpşirlü, il, 745; Ayn Ali, Kauânîn-i Al-İ Osman, s. 8, 36; Peçuylu İbrahim, Târih, I, 206 vd.; Kâtib Celebi. Cihannümâ, s. 409, 459 vd.; a.mlf.. Fezleke, II, 129; Solakzâde, Târih, s. 486 vd.; Thevenot, Reiaüon d'un ooyage au Leuant, Paris 1658, s. 576-592; Evliya Çelebi, Seyahatname, 1, 186, 193; II, 404 vd.; IV, 416, 419; Naîmâ. Târih, III, 47; Silâhdar, Târih, I, 399, 473; Nazmizâde Murtaza, Gülşen-i Hule-fS, İstanbul 1143, vr. 73, 79, 89, 135; Râşid, Târih, l-ll, tür.yer.; Küçük Çelebizâde Asım, Tâ­rih, İstanbul 1282, tür.yer.; Cevdet, Târih, II, 52-61; III, 278; Vâsıf, Târih, I, 211; Lutff, Tâ­rih, III, 132 vd.; VIII, 165; Hâvî, Deuhatü't-uü-zerâ*. Bağdad 1246, s. 49, 118, 164 vd.; J. Porter, Turkey its Hislory and Progress, Lon-don 1854, II, 43-293; Ahmed Hamdi, Üsûl-İ Coğrafya-i Kebîr, İstanbul 1292, s. 352; Cuinet, lil, 87, 90; Mehmed Emin, Bağdad oe Son Hâ-dise-i Ziyâı, İstanbul 1338-41, Giriş; İ. Metin Kunt Sancaktan Eyalete (1550-1650), İstan­bul 1978, s. 145-146, 165-166, 195; J. B. Ta-vernier. Les Six Voyages en Turquie, en Perse et aux Indss (nşr S. Yerasimos), Paris 1981, I, 303 vd.; L. Bouvat, "Le Vilayet de Bağdad et son organisation administrative", RMM, XXIII (1913), s. 240-267; Robert Mantran. "Bağdad a ]'Epoque Ottomane", Arabica, IX, Leİden 1962, s. 311-324; Yusuf Halaçoğlu, "Midhat Paşa'nm Necid ve Havalisi ile İlgili Birkaç Lâyihası", TED, sy. 3 (1973), s. 150-152; İlhan Şahin, "Tımar Sistemi Hakkında Bir Risale", TD, XXXII (1979), s. 920; C. Baysun. "Bağdad", İA, il, 203-211. Yusuf Halaçoğlu


III. KÜLTÜR ve MEDENİYET
Kuruluşunu takip eden yıllardan itiba­ren her alanda hızlı bir gelişmeye sah­ne olan Bağdat III -IV. (IX-X) yüzyıllar­da İslâm dünyasının en büyük şehri, en önemli ilim, kültür ve medeniyet merke­zi haline geldi. Artan ticaret, servet ve refaha paralel olarak ilim, edebiyat ve sanatta da ciddi gelişmeler oldu. Bağ­dat'ta bizzat halife ve vezirlerin himaye ve teşvikleriyle kurulan müesseselerde ilim, kültür ve sanatta en önde gelen si­malar yetişmiştir. İslâm kültür ve mede­niyetine damgasını vuran Bağdat aynı zamanda Avrupa medeniyetinin doğu­şuna da zemin hazırlamıştır.
Çeşitli dillerden Arapça'ya yapılan ter­cümelerin İslâm medeniyeti tarihinde önemli bir yeri vardır. Emevîler devrin­de başlayan bu tercüme faaliyetleri Ab­basîler döneminde daha sistemli bir şe­kilde sürdürüldü; böylece hilâfet mer­kezi Bağdat, kuruluşunun üzerinden he­nüz bir asır bile geçmeden özellikle Hint ve İran menşeli eserlerin tercüme edil­diği, Güney Avrupa'yı Ortadoğu ve Ya­kındoğu ile bütünleştiren bir merkez ol­du ; medeniyet ve kültür hareketlerinde önemli bir mevki işgal etti.
Helenizm'in iki büyük merkezinden bi­ri olan Cündişâpûr Akademisi'ndeki Sür­yânîler, Hintliler, Harranlılar ve Nabatıler, Halife Hârûnürreşîd ve Bermekîler'in teşvikiyle Bağdat'a gelerek buradaki ter­cüme faaliyetine katıldılar. Cündişâpûr Akademisi'ne mensup bilginler Bağdat'­ta İran ve Hint asıllı bilginlerle bir araya geldiler, yeni bir ilmî faaliyet başlattılar. Yunanca, Pehlevîce, Latince, Sanskritçe, Nabatîce ve Süryânîce yazılmış birçok eser Arapça'ya çevrildi. Bunun sonucu olarak Arapça sadece Kur'an ve şiir dili olmakla kalmayıp aynı zamanda felsefe ve ilim dili haline geldi. Tercüme faali­yetleri, Hârûnürreşîd tarafından Bağ­dat'ta kurulan ve Me'mûn zamanında tam teşekküllü bir kurum haline getiri­len Beytülhikme sayesinde oldukça hız­landı ve daha sonraki birkaç halife za­manında da devam etti. Başlangıçta bir tercüme bürosu ve kütüphane olarak faaliyet gösteren Beytülhikme daha son­ra özellikle felsefe ve pozitif bilimlerin araştırıldığı bir merkez haline geldi. Bey­tülhikme örnek alınarak yüksek düzey­de İlmî araştırmalar yapacak bir merkez de Kayrevan'da kuruldu. Bu konuda Ağ-lebî Hükümdarı 111. Ziyâdetullah'ı teşvik eden İbrahim b. Ahmed Riyâzî (ö. 298/ 910) Bağdat'ta yetişmiştir.
IX-X. yüzyıllarda altın çağını yaşayan tercüme faaliyetleri sonunda felsefe, mantık, matematik, tıp, zooloji, botanik, kimya ve edebiyata dair eserler İslâm kültürüne kazandırıldı. Tercüme edilen' eserler İskenderiye ve Cündişâpûr aka-demileriyle Hindistan ve Bizans kütüp­hanelerinden temin ediliyordu. Seni b. Hârûn gibi ediplerin idaresindeki bir he­yet Arapça'ya tercüme edilecek eserle­rin tesbit, temin ve ehliyetli mütercim­ler tarafından çevrilmesi, tercümelerde dil ve üslûp birliğinin sağlanmasıyla gö­revliydi. Bunları yazacak müstensihler hatta mücellitler bile itina ile seçiliyordu. O devrin tanınmış mütercimleri arasın­da Ömer b. Ferrûhân et-Taberi (ö. 200/ 815), Huneyn b. İshak (ö. 260/873) ve Sa­bit b. Kurre el-Harrânî (ö. 288/901) sayı­labilir. Ya'küb b. İshak el-Kindî de (o. 256/870 [?]) redaktör olarak çalışmıştır. İlim ve kültürün halifeler ve devlet adam­ları tarafından himaye edilmesi üzerine çok sayıda ilim adamı ve mütercim Bağ­dat'a akın ettiği gibi şehirdeki kâğıtçı ve kitapçıların sayısı da arttı; edebî mü­nazara ve toplantılar çoğaldı. Halkta ki­taplara karşı merak ve ilgi başladı. Bu­nunla beraber müslümanlar sadece ter­cümeyle yetinmediler; hem dinî hem de din dışı ilimleri sistematik bir şekilde ele alarak müstakil bir hüviyet kazandırdı­lar.
Böylece yeni bir medenî çevrede yük­selme ve gelişme İmkânı sağlanarak bü­yük âlim, filozof, düşünür ve edipler ye­tişti; Bağdat dinî ve din dışı ilimler sa­hasında büyük bir merkez oldu. Bunlar arasında cebirin kurucusu sayılan Mu-hammed b. Mûsâ el-Hârizmî (ö. 235/ 850), İslâm felsefesinin ilk temsilcisi Kin-dî, astronomi âlimi Fergânî (111/IX. yüz­yıl), Ebû Ma'şer el-Belhî (ö. 272/886), tabip ve riyaziyeci Sabit b. Kurre el-Har­rânî, tabip, kimyacı ve filozof Ebû Bekir er-Râzî (ö. 313/925), astronomi âlimi Bettânî (ö. 317/929), İslâm felsefesinin en ünlü iki siması olan Fârâbî (ö. 339/ 950) ve İbn Sînâ (ö. 428/1037), matema­tik, astronomi, coğrafya, jeoloji, eczacılık vb. sahalardaki engin bilgisi ve araştırıcı zihniyetiyle Bîrünî (ö. 443/1051) ve çok yönlü bir ilim ve tefekkür adamı olan Gazzâlî (ö. 505/1111) gibi âlimler, Câhiz (ö. 255/869), İbn Kuteybe (ö. 276/889) ve Müberred (ö. 285/898) gibi edipler yetişti.

Bağdat hakkında erken tarihlerden başlayarak günümüze kadar pek çok eser yazılmış ve ilmî araştırmalar yapıl
mıştır. Bu hususta yazılan klasik kay­nakların başlıcaları şunlardır: İbn Tay­fur Ahmed b. Ebû Tâhir (ö. 280/893), Kitâbü Bağdâd; Muhammed b. Ömer el-Ceâbî (ö. 355/966), Ahbâru Bağdâd ve tabakâtü aşhöbi'l-hadîş; Hatîb el-BağdâdUö. 463/1071), Târîhu Bağdâd; Hibetullah b. Mübarek (ö. 509/1116), Zey­lü Târihi Bağdâd; Sem'ânî (ö. 562/ 1167), Zeylü Târihi Bağdâd; İbnü'd-DÜ-beysî (ö. 637/1239), Zeylü Târihi Me-dîneti's-Selâm Bağdâd; İmâdüddin Ebû Abdullah Muhammed b. Muhammed (ö. 597/ 1200), Târîhu. Bağdâd; Bündârî (ö. 643/1245), Târîhu Bağdâd.

Bağdat'ın bir ilim ve kültür merkezi olmasından sonra burada gelişen başlı­ca ilimler şunlardır:
Matematik. Hindistanlı bir seyyahın Bağ­dat'a getirdiği astronomi ve matemati­ğe dair Sind-Hind adlı eser Halife Man-sûr'un emriyle İbrahim el-Fezârî tarafın­dan Arapça'ya tercüme edildi ve bu sa­yede Hint rakamları İslâm dünyasında tanındı. Daha sonra Muhammed b. Mûsâ el-Hârizmî ve Habeş el-Hâsib'in ha­zırladığı tablolar, sayıların bütün İslâm ülkelerine yayılmasına vesile oldu. Hâriz-mî aritmetik ve cebirle ilgili Hisâbü'l-cebr ve'l-mukabele adlı bir eser yazdı. İmrân b. Veddâh, Şihâb b. Kesir ve Ebû Mansûr el-Bağdâdî burada yetişmiş meş­hur matematikçilerdir. Batlamyus'un el-Mecistî'sl ile Öklid'in Uşûîü'l-hendese's\ İranlı bilginlerin yardımıyla Arapça'ya çevrildi. Bağdat'ta Benî Mûsâ b. Şâkir geometri alanında önemli eserler verdi. Bu eserlerden Kîtâbü Macrifeti mesâ-hati'l-eşkâl Latince'ye çevrilmiş, Fibo-nacci ile Thomas Bradwardine'yi etkile­mişti. Haccâc b. Ertât da Bağdat'ta ge­ometri alanında tanınmış bir ilim ada­mıydı.

Tıp:Abbasî halifeleri, Selçuklu ve Büveyhî hükümdarları Bağdat'ta tıbbın ge­lişmesi için yoğun bir gayret sarfettiler, hasta haneler açarak tabipleri teşvik ve himaye ettiler. Bağdat bu sayede önemli bir tıp merkezi oldu. Halife Mansûr Bağ­dat'ta körler için bir hastahane. yaşlılar için de bir darülaceze kurmuş, Hârûnür-reşîd ise pratik tıp eğitimi için bir has­tahane yaptırmış ve burayı ilmî eserler­le zenginleştirmiştir. Özellikle Hârûnür-reşîd devrinde tıp alanında başarılı ça­lışmalar yapıldı. Kaynaklar tam teşekkül­lü ilk hastahanenin Hârünürreşîd tara­fından Bağdat'ta kurulduğunu ve meş­hur hıristiyan hekim Cibrâîl b. Buhtîşû'un Cündişâpür'dan buraya getirilerek baş­hekim tayin edildiğini kaydeder ki bu hastahane İslâm dünyasında tıbbın ge­lişmesine zemin hazırlamıştır. Beytülhik-me'nin kuruluşundan sonra ünlü hekim Hipokrat ve Galen'in eserleri de İslâm ilim âlemine kazandırılmış, Cündişâpûr'-daki tıp merkezinin taşınmasından son­ra Bağdat dünyanın en önemli tıp mer­kezi haline gelmiş, hastahaneler öğren­cilere düzenli eğitim veren müesseseler olmuştur. Bunlar arasında Adudüddev-le'nin yaptırdığı Bîmâristân-ı Adudî, Sel­çuklu Emîri Humâreveyh'in Tutuş adına yaptırdığı Bîmâristân-ı Tutuşî ve Halife Muktedir - Billâh'ın yaptırdığı Bîmâris­tân-ı Muktediri sayılabilir. Göz hekimi Yuhannâ b. Mâseveyh Bağ­dat'ın önde gelen göz hastalıkları uzmanlarındandı. Daha sonra öğrencisi Huneyn b. İshak Bağdat'ın sayılı hekim ve mü­tercimleri arasına girdi. Huneyn yaptığı tercümelerle tıbbın uygulanması ve öğ­retimine de katkıda bulundu. Göz hasta­lıkları dalında yazdığı kitap bu sahada­ki en eski eserlerden biridir. Huneyn'in çağdaşı olan Kindî felsefe yanında tıp ve eczacılıkla da uğraşmış, onun öğren­cisi Ebû Zeyd el-BelhîMeşdiihu'lebddin veleniüs adlı tıp, psikoterapi ve ahlâka dair bir kitap yazmış, büyük astronomi bilginlerinden Sabit b. Kurre de eserlerin­de tıbbî konulara yer vermiştir. IX. yüzyıl­da Kuzey İran'dan Bağdat'a gelmiş olan kayda değer ilk müslüman hekim Ali b. Rabben et-Taberî, tıp alanında ilk siste­matik eseri Firdevsü'l-hikme'yi yazmış­tır. Ebû Bekir er-Râzî de Rey'den Bağ­dat'a gelerek buradaki hastahanede baş­hekim olarak çalışmıştır. Râzî'den son­ra tabip Ali b. Abbas el-Mecüsî Bağdat'­ta Bîmâristân-ı Adudî'de başhekim ola­rak hizmet etmiştir. IV. (X.) yüzyıla ka­dar ilim ve medeniyet merkezi olarak kalan Bağdat'ta VI. (XII.) yüzyıla kadar çok sayıda hekim yetişmiştir. Bunlar ara­sında Buhtîşü' ailesinden Cibrâîl b. Buh-tîşü', Buhtîşû' b. Cibrâîl, Buhtîşû' b. Cur-cîs, Cibrâîl b. Ubeydullah b. Buhtîşû', Yu­hannâ b. Mâseveyh, Huneyn b. İshak, İs­hak b. Huneyn, Sinan b. Sabit ve oğlu İb­rahim, Hasan b. Zeyrek ve İbrahim b. îsâ sayılabilir. Ali b. Rabben et-Taberî Fir-devsül-hikme'yi Ali b. îsâ el-Kehhâl Tezkiretü'l-kehhâlîn'l Ebû Bekir er-Râzî de Kitâbü't-Tıbbi'l-Manşûrive ilk tıp ansiklopedisi sayılan el-Hûvî'y] ka­leme almışlardır. Bu son eser 1279'da Latince'ye çevrilmiş ve Batı'daki tıp merkezlerinde XVI. yüzyıla kadar başlıca tıb­bî kaynaklardan biri olarak ilgi görmüş­tür.

Astronomi. Bağdat'ta astronomi ala­nındaki çalışmalar, matematik sahasın­da olduğu gibi, 771'de Hindistan'dan bir seyyahın getirdiği ve İbrahim el-Fezâ­rî tarafından Arapça'ya çevrilen Sind-Hind adlı eserle başlamıştır. Me'mün Bağdat'ta Yahya b. Mansûr idaresinde bir rasathane kurmuş, ilk usturlap aleti de İbrahim el-Fezârî tarafından burada yapılmıştır. Çalışmalarını Bağdat'ta sür­düren astronomi bilginlerinden Ebü'l-Abbas Ahmed el-Fergânî el-Medhal ilâ cilmi hey" etil-eflâk adıyla bir eser yaz­dı. Astronomi bilginlerinin en meşhuru Bettânî idi. Ayrıca Bîrûnî ve Ömer Hay-yâm da o dönemin sayılı astronomi âlim-lerindendi. Me'mûn Bağdat yakınların­da Şemmâsiye'de bir rasathane kurdu­rarak astronomi çalışmalarını destekle­miştir. Me'mûn devrinde Benî Mûsâ b. Şâkir adıyla tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan adlı üç bilgin dünyanın enlem ve boylam derecelerini ölçmüşlerdir. Yi­ne aynı dönemde çok kıymetli kozmog-rafık haritalar hazırlanmıştır. Daha son­ra Benî Mûsâ b. Şâkir ve Adudüddevle de Bağdat'ta birer rasathane yaptırmış­lardır.

Kelâm. Bağdat İslâm tarihi boyunca Mu'tezile, Selefıyye, Eş'ariyye ve Şîa gibi belli başlı kelâm mekteplerinin gelişip yayıldığı kültür merkezlerinden biri ol­muştur. Bağdat'ın Abbâsîler'in başşehri olmasından sonra Mu'tezile'ye bağlı ola­rak yetişen Bişr b. el-Mu'temir'den iti­baren bu mezhebin Bağdat ekolü orta­ya çıktı. Bişr b. Mu'temir'den sonra bu­rada yetişen ve büyük çapta onun gö­rüşlerinden etkilenen Ebû Mûsâ el-Mur-dâr, Ahmed b. Ebû Duâd, Sümâme b. Eş-res, Ca'fer b. Harb, Ca'fer b. Mübeşşir, İskafî, Hayyât ve Kâ'bî gibi âlimlerin da­hil olduğu bu gruba Bağdat Mu'tezilesi adı verilerek mezhebin esas kurucusu olan diğer âlimlere de Basra Mu'tezilesi denilmiştir. Felsefî eserlerin Bağdat'ta tercüme edilmesinin bir sonucu olarak Bağdat ekolünün Basra ekolüne nisbet-le felsefe kültüründen daha çok etkilen­diği kabul edilir. Basra Mu'tezilesi sadece teori ile meşgul olurkan Bağdat Mu'te­zilesi devlet kademelerinde görev alarak teoriyi pratiğe uygulayan bir mezhep ha­lini almıştır. Halku'l-Kur'ân* görüşü­nü Ahmed b. Hanbel vb. âlimlere zorla kabul ettirmeye çalışmaları bu hususun
en belirgin örneğini teşkil eder. Basra Mu'tezilesi Şia'nın imamet fikrini tenkit edip reddederken Bağdat Mu'tezilesi Şiî fikirlere sempati duymuş, en azından Hz. Ali'yi ashabın en faziletlisi olarak gör­müştür. Bunda Halife Me'mûn devrinden itibaren Bağdat'ta oluşan Şiî atmosfe­rin, özellikle devlet idaresinde görev alan İbn Ebû Duâd ile Sümâme b. Eşres'in Selefiyye âlimlerine karşı Şiîler'le iş bir­liği ve yardımlaşma içine girmesinin bü­yük tesiri olduğu şüphesizdir. Şîa'ya te­mayül gösterme dışında Basra ekolünün bütün cevherlerin tek cins (mütemâsil), bütün arazların sürekli, ma'dûmun mevcûd ve yeryüzünün düz olduğunu kabul etmesine karşılık Bağdat ekolü cevher­lerin muhtelif, arazların süreksiz, ma'dû­mun yok ve yerkürenin yuvarlak oldu­ğunu savunmuştur.

Bağdat'ta Ahmed b. Hanbel ile kuru­lan ve zaman zaman Hasan b. Ali el-Berbehârî gibi taşkın hareketli mensupla­rı bulunan Selefiyye -Hanbeliyye mezhe­bi her asırda devam ederek XX. yüzyıla kadar gelmiş, son asırda yine Bağdatlı Mahmûd Şükrî el-Âlûsî tarafından tem­sil edilmiştir. Bağdat yukarıda sözü edi­len itikadî mezheplerin dışında ünlü bazı Eş'arî âlimlerin de öğrenim gördüğü ve öğretim faaliyetlerini sürdürdüğü önem­li merkezlerdendir. Eş'ariyye'nin Önde gelen temsilcilerinden Bâkıllânî, İbn Fû-rek, Abdülkâhir el-Bağdadî ve Gazzâlî Bağdat'a gelerek buradaki âlimlerle gö­rüşmüşler, bunlardan Bâkıllânî Câmiu'l-Mansûr, Gazzâlî Nizâmülmülk medrese­lerinde müderrislik yapmışlardır.

Felsefe. İslâm dünyasında muhteme­len VIII. yüzyıl başlarında ortaya çıkan ve zamanla Urfa, Nusaybin, Harran, Cündişâpûr gibi merkezlerde yoğunlaşan tercüme hareketi Bağdat'ın kurulmasıy­la burada da önem kazandı ve bu şehir kısa zamanda ilmî ve felsefî eserlerin tercüme edildiği, bunlara şerh ve haşi­yelerin yazıldığı bir merkez haline geldi. Halife Mansûr döneminde hız kazanan tercüme çalışmaları Me'mûn dönemin­de en yüksek seviyeye ulaştı. Bağdat'ta ilmî ve felsefî eserlerin tercümesi daha çok Beytülhikme'de sürdürülmekte ve halifeler tarafından hem maddî hem de manevî bakımdan desteklenmekteydi. Bundan başka yine Bağdat'ta Benî Mû-sâ gibi bazı tanınmış aileler de bu çalış­maları himaye ettiler. Bu şekilde birçok mütercimin ferdî veya ekip çalışmala­rıyla metafizik, tabiat felsefesi, psikoloji, mantık, matematik, astronomi, ah­lâk, siyaset, mûsiki gibi felsefenin bü­tün alanlarına dair kısmen Hint ve İran, daha çok da Yunan kaynaklı pek çok eser Arapça'ya çevrildi ve böylece Bağdat'­ta bir İslâm felsefesinin başlatılmasını mümkün kılan bütün şartlar hazırlandı. Nitekim ilk İslâm filozofu kabul edilen Ya'kûb b. İshak el-Kindî burada yetişti ve felsefî eserlerin tercümeleri üzerin­deki redaksiyon çalışmaları yanında bu konunun çeşitli dallarına dair eserler de telif etti. Ünlü tabip-filozof Ebû Bekir er-Râzî çalışmalarının bir kısmını Bağ­dat'ta sürdürdü. Dehrî filozof İbnü'r-Râvendî Bağdat'a gitti ve orada yetişti. Bir felsefe cemiyeti olan İhvân-ı Safâ'nın Bağdat'ta da bir merkezi bulunmaktay­dı. Telif çalışmaları yanında bir Aristo mütercimi de olan Ya'kübî filozof Yah­ya b. Adî de Bağdatlıdır. İslâm felsefe­sinin en büyük temsilcilerinden olan Fâ-râbî felsefe öğrenimini Bağdat'ta gör­müş ve hayatının önemli bir kısmını za­man zaman ayrıldığı Bağdat'ta geçirmiş­tir. Ünlü Şıvânü'l-hikmenin yazarı Ebû Süleyman es-Sicistânî de Bağdat felse­fe ortamında yetişen düşünürlerdendir. Nihayet daha birçokları yanında özellik­le İslâm düşüncesinin güçlü ve orijinal temsilcisi Gazzâlî de aynı ortamda ye­tişmiştir.

Tasavvuf.  Bağdat erken tarihlerden iti­baren tasavvufun önemli merkezlerin­den biri olmuştur. Tasavvufun gerçek ku­rucuları sayılan Ma'rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî, Serî es-Sakatî, İbnü's-Semmâk, Haris el-Muhâsibî, Ebü'l-Hüseyin en-Nû-rî, Ebû Saîd el-Harrâz gibi âlimler Bağ­dat ve çevresinde yetişmişlerdi. Yunan felsefesine dair kaynakların çevrilmesin­den sonra dış kaynaklı bazı düşünceler mutasavvıflar üzerinde etkili olduğu için hulul ve İbâhiyye'yi benimseyen bazı ta­savvuf akımları doğdu. Mutasavvıflar ara­sında bu çeşit düşünceye sahip kimse­lerin bulunması bazı fıkıh ve kelâm âlim­lerini tasavvufa cephe almaya şevketti. Gulâm Halil'in kışkırtmalarıyla 885'te Bağdat'ta bazı sûfîlerin takibata uğra­ması, sûfîlerle zahir ulemâsı arasında ih­tilâfların büyümesine sebep oldu. Birçok mutasavvıf tarafından "Hak şehidi" ka­bul edilen ve idamı büyük yankılar uyan­dıran Hallâc da 922'de Bağdat'ta öldü­rülmüştü. Bağdat'ın meczup ve kadın mutasavvıfları hakkında İbnü'l-Cevzî bil­gi verir {Şıfatü'ş-şâfue, II, 355-37]). Birçok tanınmış sûfî Bağdat'ın Şünûziye Mezarlığı'nda medfundur.

Bağdat tarikat faaliyetleri yönünden de önemlidir. As­ya ve Afrika'da birçok mensubu bulu­nan Kâdiriyye tarikatının kurucusu Ab-dülkâdir-i Geylânî de burada yatmakta­dır. Halife Nasır - Lidînillâh zamanında (1180-1225) teşkilâtlanan fütüvvet* ehli içinde bu dönemde Bağdat bir merkez olmuştur. Bununla beraber şer'î ölçülere bağlı tasavvuf zümreleri İslâm ülkeleri­nin her tarafında, özellikle Bağdat'ta ha­lifeler tarafından himaye edilmiştir. Hali­fe Nasır-Lidînillâh'ın dağınık gruplar ha­lindeki fütüvvet ehlini toplayıp teşkilât­landırması, esnaf teşekkülleri üzerinde­ki tesirleri bakımından önemlidir. Tasav­vufun temel kaynakları sayılan eserler de bu dönemde kaleme alınmıştır.

Fıkıh.  İslâm hukuk tarihi bakımından önemli merkezlerden biri de Bağdat'tır. Halife Mansûr İmâm-ı Âzam'ı Bağdat'a getirterek teşvik ve yardımlarda bulun­du. Hanefî ve Hanbelî mezhepleri Bağ­dat'ta gelişip güçlendi. Hârûnürreşîd za­manında ilk defa kâdılkudâtlık kuruldu. Bu müessese adalet işlerinin düzenlen­mesinde ve kadıların tayininde etkili ol­du. Bağdat'ta yetişen fıkıh âlimlerinden bazıları şöyle sıralanabilir: Bağdat'ta doğmuş ve orada büyümüş olan Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed b. Hanbel. Mâlikî mezhebinin önde gelen imamla­rından Amr b. Muhammed el-Leysî el-Bağdâdî, Şafiî müctehidlerden olup fı­kıh ve usül-i fıkha dair eserleri bulunan İbnü'l-Kattân el-Bağdâdî, Mâlikî fakihi ve usulcüsü, çeşitli ilim dallarında çok sayıda eser telif etmiş olan Abdülveh-hâb b. Ali el-Bağdâdî, muhtelif ilim dal­larında söz sahibi olan büyük Şâfıî faki­hi Abdülkâhir el-Bağdâdî, fıkıhta ve usulde son derece mahir bir Şafiî faki­hi olan İbnü's-Sabbâğ, Hanbelî mezhe­binin büyük imamlarından Ali b. Akil el-Bağdâdî, zamanının en büyük Hanefî âlimlerinden olan İbnü's-Sââtî, "kâdılkudâti'l-memâlik" unvanıyla tanınan Mâli­kî âlimi Hüseyin b. Ebü'l-Kasım el-Bağ­dâdî ve Hanbelî mezhebinin önde gelen fıkıh ve usulcülerinden Abdülmü'min b. Abdulhak el-Bağdâdî.

Tefsir. Bağdat'taki tefsir çalışmaları bu ilmin daha sistemli bir şekilde ele alın­masıyla sonuçlanmıştır. Bağdat'ta yeti­şen ve değerli eserler veren müfessir-lerden bazıları şunlardır: Ebû Ubeyd Ka­sım b. Sellâm, İbn Kuteybe, Müberred, Taberî, Zeccâc, Cessâs, Ebû Hafs el-Bağ­dâdî, Abdülkâhir el-Bağdâdî, İbnü'l-Cev­zî, Hâzin, Âlûsî.

Hadis. Abbâsîler'in ilk döneminde Bağ­dat'ta hadis sahasında önemli çalışmalar yapılmış, daha sonra bazı sebeplerle du­raklayan bu çalışmalar Halife Me'mûn ve Mu'tasım tarafından desteklenen Mu'tezilî doktrine muhalif olanlar vasıtasıyla yeniden canlandırmıştır. Ahmed b. Han-bel'in yaklaşık 40.000 hadis ihtiva eden el-Müsned'i Bağdat'ta kaleme alınmış­tır. Bağdat'ta yetişen meşhur muhaddislerden bazıları şunlardır: Yahya b. Ma-în, İbnü's-Semmâk, Necâd el-Bağdâdî, Da'lec b. Ahmed, İbnü'l-Muzaffer el-Bağ­dâdî, Dârekutnî, İbn Şâhîn, İbn Ebü'l-Fe-vâris el-Bağdâdî, İbn Şâzân el-Bağdâdî, İbn Hayrûn el-Bağdâdî, İbnü'l-Hâdıbe, Ebû Sa'd el-Bağdâdî, İbnü'l-Ahdar, İbn Sükeyne, İbn Nukta, İbnü'n-Neccâr el-Bağdâdî, Acîbe el-Bağdâdiyye.

Tarih. Bağdat tarih sahasında da önem­li çalışmaların yapıldığı bir merkez ol­muş, birçok halife ve devlet adamı tarih­çileri teşvik ve himaye ederek değerli eserlerin yazılmasına zemin hazırlamış­lardır. Bağdat'ta yetişen veya Bağdat'a göç ederek eserlerini burada kaleme alan meşhur tarihçilerden bazıları şöyle sıra­lanabilir: Vâkıdî, Medâinî, İbn Kuteybe, İbn Tayfur, Taberî, Hatîb el-Bağdâdî, İb-nü'1-Cevzî, İmâdüddin Kâtib el-İsfahânî, Sıbt İbnü'l-Cevzî. Abbâs e!-Azzâvî.

Dil. Bağdat'ın kuruluşundan sonra Basralı ve Küfeli âlimler Bağdat'a gittiler ve orada halifeler nezdinde büyük hürmet ve itibar gördüler. Halifeler özellikle Kü­fen âlimleri Bağdat'a çağırır, onlara ih­san ve ikramda bulunurlardı. Meşhur dil­cilerden Ali b. Hamza el-Kisâî Me'mûn'a öğretmenlik yapmıştır. Sîbeveyhi gibi ba­zı dilciler Bağdat'a gelir ve burada mü­nazaralara katılırlardı. Arap diliyle ilgili çalışmalarındaki ihtilâflanyla Arapça'nın edebî mahsullerinin derlenmesi ve kai­delerinin tesbitinde büyük rol oynayan Basra ve Küfe mekteplerinin yanı sıra el-îzâh iî cileli'n-nahv"m yazarı Ebü'l-Kâsim ez-Zeccâcî, Ebû Ali el-Fârisî, el-Haşâ 3iş fi'n-nahv müellifi İbn Cinnî, ei-Mufaşşal müellifi Zemahşerî gibi âlim­lerin temsil ettikleri Bağdat ekolü bu çalışmalara uzlaştırıcı bir yön vermiştir. Ayrıca Mısır ve Endülüs'te teşekkül eden mekteplerin dil âlimleri X. yüzyıl sonu­na kadar Bağdat'ta toplanan malzeme­yi kaynak olarak kullanmışlardır. Bağdat'taki tercüme faaliyetleri so­nunda edebî nesrin alanı daha da geniş­ledi. Bu tercümeler eski Arap gelenek­leriyle karışarak yeni bir türün doğmasına sebep oldu. Aydınlara sade bir dili öğretmek gayesindeki bu yeni nesir tü­rünün kurucusu, eî-Beyân ve't-tebyîn müellifi meşhur Câhiz olmuştur.

Medreseler. İslâm eğitim ve öğretim tarihinde Bağdat'ın seçkin bir yeri var­dır. Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'nden önce de medreseler mevcut olmak­la beraber bunlar öğrencilerin program­lı bir şekilde derse devam ettikleri ve bizzat devlet tarafından desteklenen, yö­netilen ve denetlenen sistemli müesse­seler değildi. Selçuklu Sultanı Alparslan ve veziri Nizâmülmülk'ün gayretleriyle 1065-1067 yılları arasında 200.000 di­nar harcanarak bir külliye halinde inşa edilen Bağdat Nizamîye Medresesi İslâm tarihinde ilk çekirdek üniversiteyi oluş­turduğu gibi Avrupa'da kurulan üniver­sitelere de örnek olmuştur. Bu medre­se örnek alınarak Nîşâbur, Rey, Herat, İsfahan, Merv, Basra ve Musul gibi di­ğer şehirlerde de medreseler kurulmuş­tur. Burada Gazzâlî, Ebü İshak eş-Şîrâ-zî, Ebü'l-Muzaffer el-Ebîverdî, İbn Mü­barek, Ebû Bekir eş-Şâşî gibi meşhur bilginler ders vermiş, Şeyh Sa'dî-i Şîrâzî ve İmâdüddin Kâtib el-İsfahânî gibi de­ğerli simalar yetişmiş, bunlar hem ilmî hem de idari sahada önemli hizmetler vermişlerdir. Özellikle Selçuklu Sultanı Melikşah zamanında (I072-İ092) Bağdat Nizamiye Medresesi büyük gelişme gös­termiştir. Onun bilginleri himaye ettiği­ni gören vezir ve emirler çeşitli şehirler­de medreseler kurmaya ihtimam gös­terdiler. Bu tutum ve davranışları ilim ve edebiyatın gelişmesinde Önemli rol oy­nadı.
VI. (XII.) yüzyılda sadece Bağdat'­taki medreselerin sayısı otuza varmıştı. Çeşitli ilim ve müesseseler burada ge­lişme imkânı bulmuş, dil, din ve müsbet ilimler bu sayede büyük gelişme gös­termiştir.

Kütüphaneler. İslâm dünyasında âlim­lerin yetişmesinde kütüphaneler önemli rol oynamıştır. İlk kütüphane Bağdat'ta Hârûnürreşîd tarafından kuruldu ve bu­nu diğerleri takip etti. Temelini Hârûnürreşîd'in attığı ve Me'mün'un çeşitli kitaplarla zenginleştirdiği Beytülhikme Abbasîler devrinde Bağdat'ın en büyük kütüphanesine sahipti. Tercüme faaliyet­lerinin gelişmesine paralel olarak kâğıt sanayii de ilerlemiş ve 178'de (794-95) Hârûnürreşîd'in veziri Ca'fer b. Yahya el-Bermekî ilk kâğıt fabrikasını kurmuştur. Bu ise dinî, ilmî ve edebî kitapların ço­ğalmasını sağlamıştır. Beytülhikme Araplar'ın meşgul olduğu ilimlerle ilgili her çeşit kitabı ihtiva eden halka açık bir kütüphane idi. Halifelerin destek ve hi­mayesiyle kurulan saray kütüphaneleri­nin zengin kitap koleksiyonları vardı. "Hi-zânetü'İ-hikme" veya "hizânetü'l-kütüb" denilen kütüphaneler birer öğretim mü­essesesi olarak da büyük hizmet vermiş­lerdir. Bunlardan en Önemlileri ve Orta-çağ'da Bağdat'ta kurulan kütüphane­lerin en büyükleri Beytülhikme, Büvey-hî Veziri Sâbûr b. Erdeşîr'in kütüphane­si. Nizamiye Medresesi ve Müstansıriyye Medresesi kütüphaneleridir. Bağdat, kütüphaneleriyle de diğer şehirlere ör­nek olmuştu. Meselâ Endülüs Emevî Ha­lifesi II. Hakem (961-976] Bağdat'ı ör­nek alarak güzel bir kütüphane kurdur­muştur.

Sanat. Bağdat'ın sanat dünyasında da müstesna bir yeri vardır. Mimari, hat ve minyatür gibi güzel sanatlarda Bağ­dat'ta yetişen sanatkârlar çok değerli eserler vücuda getirmiş ve bunlar bir­çok şehir ve ülkede örnek alınmıştır. Ab­basî sarayları başlangıçta İran ve Bizans saraylarından etkilenmişse de daha son­ra gelişme göstererek, mimaride muh­teşem ve orijinal bir hüviyete ulaşmış­tır. Hatta Bizans İmparatoru Teophilos Bağdat'taki Dârü'ş-şecere'yi en ince ay­rıntılarına kadar taklit ederek bir saray yaptırmıştır. Ayrıca kuyumculuk, cam, çini ve ahşap işçiliği de Bağdat'ta bü­yük bir gelişme göstermiştir. Ağlebîter, Kayrevan Şeydi Ukbe Camii'nin mihrap ve minberini Bağdat'taki sanatkârlara sipariş etmişlerdi.

İslâm hat sanatı da Bağdatlı hattat­lar sayesinde yeni bir safhaya girmiş ve çok sayıda değerli hattat yetişmiştir. Hicrî II. yüzyılın ortalarında İshak b. Hammâd hat sanatında birçok talebe yetiş­tirmiştir. Onun öğrencilerinden olan İbra­him es-Siczî ile kâtip ve şair Yûsuf Lak ve, Ahvelü'l-Muharrir, ikisi de vezir olan ve yine ikisi de İbn Mukle diye anılan Ebû Ali Muhammed b. Ali ile Ebû Abdullah Hasan b. Ali adlı iki kardeş hat sanatın­da çok meşhur olmuşlardır. Bunlardan Ebû Ali İbn Mukle, seleflerinin üç asırlık tecrübeleri sayesinde zevk ve sezişleriyle elde ettikleri şekillerin nizamını ve ara­larındaki nisbetleri belli kaidelere bağ­layan bir usul koymuştur. Bu metot ya­zıların öğretilmesini ve değerlendirilme­sini kolaylaştırdı. Ayrıca Beytülhikme ve hizânetü'l-hikmeler hat sanatının geliş­mesi için çok uygun bir zemin hazırladılar. İsmail b. Hammâd ef-Cevherî ve Mü-helhil b. Ahmed'in yazılan güzellikte dar­bımesel haline gelmiştir. Hat sanatının Ebû Ali İbn Mukle'den sonraki ilk bü­yük ustası İbnü'l-Bevvâb'dır. Hat sanatı tarihinde bir dönüm noktası sayılan Yâ-küt el-Müsta'sımî de sanat kudreti ya­nında kalem ağzının kesilişinde yaptığı değişiklik gibi yeniliklerle aklâm-ı sit-te*nin hepsine tesir etmiştir. Çeşitli ilim, kültür ve sanat çevrelerinde ilgi ve hi­maye görmekle beraber II. (VIII.) yüzyı­lın sonlarından VII. (XIII.) yüzyılın sonla­rına kadar hat sanatına yön veren mer­kez Bağdat olmuştur. Moğol istilâsından ve Yâküt el-Müsta'sımî'nin ölümünden sonra Bağdat bu tesirli yerini kaybetti. Ortaçağ'da İslâm dünyasının hemen her konuda en önemli merkezlerinden biri olan Bağdat'ta zaman zaman meydana gelen karışıklıklar yüzünden rahat bir çalışma ortamı bulamayan ilim ve kül­tür erbabı buradan ayrılmaya ve Hora­san, Mavera ün nehir, Kahire ve Endülüs gibi diğer İslâm ülkelerine gitmeye baş­ladılar. Çeşitli devirlerde Bağdat'a eki­len ilim ve kültür tohumları zamanla Ho­rasan, Mâverâünnehir, Hûzistan, Azer­baycan, Mısır. Suriye ve Endülüs'te mey­velerini verdi. İslâm kültür ve medeni­yetine damgasını vuran Bağdat Osmanlı hâkimiyetine geçmeden çok önce bu özelliklerini kaybetmiş olmakla beraber bu dönemde de zaman zaman meşhur simalar yetişmiştir.

BİBLİYOGRAFYA:
İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s. 413; Hatîb. Tâ-rîhu Bağdâd, \, 3-131; İbnu'l-Cevzî, el-Mun-tazam, VII, 112; VIII, 269; X, 122, 248; a.mlf.. Şıfatü'ş-şafue, II, 355-371; Yâküt, Mu'cemü'l-büldân, I, 460-464; İbnü'I-Esîr, el-Kâmil, VI, 16, 273, 307-308; X, 49, 55, ayrıca bk. İndeks; İbnü'l-kıftî. İhbârü'l-* ulemâ" (Lippert), s. 100, 102-104; ibn Ebû Usaybia, "Uyûnü'l-enbS, s. 186-187, 201-209; İbn Kesrr, el-Bidâye, XI, 162, 181-182; XIII, 45, 166; AbdDİkâdir b. Mu-hammed en-Nuaymî, ed-Dâris fî târîhi'l-me-dâris (nşr. Ca'fer el-Hasenî), Kahire 1988, MI; Ahmed Emin. Duha'S-istâm, Beyrut 1351-55/ 1933-36, III, 141-142; Mez, el-Hadâretü'l-İs-lâmiyye, I, 310-368; Ziriklî, ei-Actâm, II, 12; Browne, Arabian Medicine, Cambrİdge 1962, s. 23*24; R. Arnaldez. "Sciences et philoso-phie dans la c ivil is ati on de Bağdâd sous les premiers cAbbâsides", Bağdâd, Leiden 1962, s. 357-374; R. Brunschvig, "Mu'tazilisme et Asgarisine â Bağdâd", a.e, s. 345-356; Ch. Pellat. "La Prose arabe a Bağdâd", a.e., s. 407-418; J. Sourdel-Thomine, "L'Art de Bağ­dâd", a.e., s. 449-465; Hüseyin Emfn. Târthu'l-'irâk fil-'asri's-Selcûkî, Bağdâd 1385/1965, s. 2Î-23, 35-39, 57-62, 76-78, 82-64, 161-165, 373, 380, ayrıca bk. indeks; Bilmen, Tef­sir Tarihi, [—II, tür.yer.; Hitti, İslam Tarihi, II, 457-486; Muhammed Hüseyin Şendüb, el-Hadâretü'l-İslâmiyye fî Bağdâd fi'n-ntsfİ's-şânî mine'I-karni'i hâmisi'I- hicrî (467-512), Beyrut 1404/1984; Barthold, İslâm Medeniye­ti, s. 29-41, 47-49, 157-159, 165-166, 169, ay­rıca bk. İndeks; Müslim Abdullah, Eşerü't-te-tavvüri'l-fikrî fi't-tefsîr fi'l-'asri'l-'Abbâsî, Bey­rut 1405/1984, s. 85-86, 174-175, 209-211; Hasan ibrahim. İslâm Tarihi, III, 145-181; Mah-mûd Hüseynî", el-Medresetü'l-Bağdâdiyye fî tâ-rîhi'n-nahui'l-*Arabî, Beyrut 1407/1986; Sey-yid Hüseyin Nasr, islâm ue ilim (üre. ilhan Kut-luer], İstanbul 1989, s. 11, 19, 82, 97, 98, 144, 155, 174-177, 179, 180; M. Watt, İslâm Avru­pa'da, (trc. Hulusi Yavuz), İstanbul 1989, s. 18, 32, 49-51, 61, 63, 71-72; İsmail E. Erünsal, "İs­lâm Medeniyetinde Kütüphaneler", Doğuş­tan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, istanbul 1989, XIV, 214-221, 226-229, 243-246; Yusuf Şevki Yavuz, İslâm Akaidinin üç Şahsiyeti, İs­tanbul 1989, s. 74; a.mlf., "Âlûsi, Malımûd Şükrî", DİA, II, 548; J. Pedersen, "Some As-pects of the History of the Madrasa", IC, III (1929), s. 525-537; Mustafa Cevâd, "Dârü'l-Müsennâti'n-Nâsıriyye: Dâru cilm ve cule-mâ", Mecelletü KülUyeti'l-âdâb, IV, Bağdâd 1961, s. 5-32; Ramazan Şeşen. "İslâm Dünya­sındaki İlk Tercüme Faaliyetlerine Umûmî Bir Bakış", ÎTED, VII/3-4 (1979), s. 3-30; R. Stellhorn Mackensen, "Four Great Libraries of Medieval Bagbdad", Library Quarterly, sy. 2, Chicago 1967, s. 279-299; Nihad M. Çetin, "Arabistan", Küçük Türk-lslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1978, II, 146-157; a.mlf., "Aklâm-ı Sitte", DİA, II, 276-280; Halim Sabit Şibay, "Bâ-killâm", İA, II, 253; J. Ruska, "Mûsâ", İA, VIII, 660; H. Ritter, "al-Ghazâlİ", E/2(ing.), II, 1039.
İddi   Abdülkerim Özaydın

IV. SON DÖNEM
XX. yüzyılın başlarından itibaren bü­yük bir metropolis olmaya başlayan Bağ­dat, 1920'lere kadar aynı zamanda gele­neksel görünümünü de muhafaza etmiş­tir. 1921 'de bağımsız İrak Devieti'nin başşehri olduktan sonra çok hızlı bir ge­lişme gösterdi. Bu hususta rol oynayan en büyük etkenlerden biri, Dicle nehri­nin zaman zaman yükselmesinden kay­naklanan su baskınlarının önlenmesi için alınan tedbirlerdir. Özellikle 1920'lerde Dicle'nin doğu yakasına inşa edilen set­ler bu bölgeyi de yerleşime elverişli ha­le getirmiş ve şehir o tarihten itibaren nehrin doğu kıyısı boyunca da genişle­meye başlamıştır. 1050'lerden sonra ise artan petrol gelirleri sayesinde âdeta yeniden inşa edilme sürecine girmiş ve kısa zamanda şehre birçok yatırım ya­pılıp resmî binaların yanı sıra çeşitli sa­nayi tesisleri kurulmuştur. Bu dönemde alt yapı ihtiyacı da ilk defa sistemli bir şekilde ele alınmıştır. Bu arada yeni inşa edilen Sâmerrâ Barajı i 1956) şehri taş­kın tehditlerinden tamamen kurtarmış­tır. Ardından hazırlanan iki proje (1956 ve 1958] ile Bağdat'ın büyümesinin belli bir plan üzerine gerçekleştirilmesi düşü­nüldü. 1958 planına göre şehrin geliş­mesi daha çok dört ana sanayi bölgesi üzerinde olacak ve bölgelerin her birini yeni yerleşim alanları çevreleyecekti. Her ne kadar bu şekilde tasarlanan birtakım çalışmalara girişildiyse de ülkenin yaşa­dığı ihtilâller yüzünden projeler sağlıklı bir şekilde yürütülememiştir. Bununla birlikte özellikle 1958 ihtilâli sonrasın­da yapılan millîleştirme ve istimlâkler neticesinde Bağdat'ın merkezinde bulu­nan birçok plansız bölge sanayi ve is­kân için kullanılabilecek hale geldi.
Bağdat'ın hızlı büyümesinde rol oyna­yan bir başka etken de köyden şehre göç hadisesidir. İşsizlik ve fakirlik yüzün­den kalabalık gruplar halinde Bağdat'a göç eden insanlar "sarifa" adı verilen ba­sit ve sağlıksız gecekondulara yerleşti­ler. 1950'lerde bu tip evlerin sayısı nere­deyse Bağdat'taki bütün meskenlerin ya­rısını bulmaktaydı. 1958"de hükümet bu problemi resmen itiraf ederek gecekon­du bölgelerine özellikle eğitim ve sağlık hizmetleri götürmeye çalıştı. 1963'teki hükümet değişikliğinin arkasından ise sarifaların 63.000 kadarı yıkıldı ve onla­rın yerlerine Dicle'nin doğu ve batı ya­kalarında Medînetüssevre ve Medînetün-nûr adları verilen modern semtler kuruldu. Ancak daha sonraki yıllarda göç­lerin ve sağlıksız yerleşmelerin önüne yine de geçilememiştir. Bağdat'ın ken­dine has bir özelliği, insanların meslek gruplarına ve gelir seviyelerine göre olu­şan birçok yerleşim bölgesine sahip ol­masıdır; meselâ "doktorlar şehri", "mü­hendisler şehri" gibi. Bu özelliği ile Bağ­dat, Batı'daki herhangi bir büyük şehir­den çok daha homojen bir yapıya sahip­tir. 1970'lere gelindiğinde şehrin gele­neksel yapısı artık neredeyse tamamen değişmiş ve Bağdat yeni. yüksek bina­ları, geniş yolları, otelleri ve parkları ile son derece modern bir görünüm almış­tı. Bununla birlikte "eski şehir" denilen kısım, geleneksel el yapısı eşya ve elbi­selerin sergilendiği pazarları ile hâlâ ya­şamaya devam etmektedir.
Bağdat'taki bu hızlı gelişme nüfus ar­tışlarında da kendini gösterir. 1918'de 200.000 olduğu tahmin edilen nüfus 1947'de 466.773'e, 1957'de 735.000'e, 1965'te ise 1.750.100'e ulaşmıştır. 1977 sayımında 3.205.645 kişi olarak tesbit edilen nüfusun halen 5 milyonun üzerin­de olduğu sanılmaktadır. Bu rakam bu­günkü Irak nüfusunun (1982, 14,110.425) dörtte birinden fazlasının Bağdat'ta ya­şadığını gösterir. Halk hemen hemen yarı yarıya Şiî ve Sünnî Arap müslüman-lardan oluşur. Şehirde ayrıca hıristiyan Araplar da yaşamakta ve burada bir baş­piskoposluk bulunmaktadır; İsrail'e göç sebebiyle bugün artık yahudi nüfus kal­mamış gibidir.
Ulacım bakımından bugün de tarihte­ki bölgenin merkezi olma konumunu de­vam ettiren Bağdat karayolları ile kom­şu şehirlere bağlıdır ve ayrıca Basra ile Dicle üzerinden gemi trafiğini de sürdür­mektedir. Bunun yanı sıra 1940'tan itiba­ren Bağdat-İstanbul demiryolu bağlan­tısı sağlanmıştır. Bağdat'ta ayrıca Saddam ve Musanna adlarında iki millet­lerarası havaalanı bulunmaktadır.

el-Hikme (1956), Bağdat (1958) ve el-Müstansıriyye (1963) adlarını taşıyan üç büyük üniversitenin yanı sıra birçok da yüksek okul ve koiejin mevcut olduğu Bağdat, ülkenin en fazla eğitim ve öğ­retim kurumunun yer aldığı şehir olma özelliğine sahiptir. Bunun yanında ayrı­ca kültür hayatındaki canlılıkları, kütüp­haneleri ve müzeleriyle de ünlüdür. Özel­likle Arap tarihi ve edebiyatına dair ko­leksiyonların toplandığı Evkaf Kütüpha­nesi ile Bağdat Üniversitesi Kütüphane­si, Abbasî Saray Müzesi, Etnografya Mü­zesi, Çağdaş Millî Sanat Müzesi, Irak Mü­zesi ve Arap İlkçağ Müzesi en önemlile­ridir.
Bağdat'ta bugün mevcut belli başlı mimari eserler şunlardır: Mescidü'1-mın-tıka (atîka), Ma'rüf-i Kerhî Camii, İmam Ebû Hanîfe Camii, Hulefâ (Sûku'l-gazl) Camii, Abdülkâdir-i Geylânî Camii, Süh-reverdî Camii, Kameriyye Mescidi, Seyyid Sultan Ali Camii, Muradiye Camii, Âsa-fıye Camii, Haseki Camii, Ahmediye Ca­mii, Hasan Paşa Camii, Nu'mâniyye Ca­mii, Fâzıl Camii, Hacı Fethi Camii, Cü-
neyd-i Bağdadî Türbesi, Hallâc-ı Man-sûr Türbesi, Sitti Zübeyde Türbesi, Şeyh Abdülkerîm el-Cîlî Türbesi, Müstansıriy-ye Medresesi, Mercâniye Medresesi.
Bağdat'ın bir özelliği de tarih boyun­ca birçok savaşa sahne olması ve birkaç defa tahrip edilmesidir. En son. 2 Ağus­tos 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgal ve il­hak etmesine karşı çıkan Birleşmiş Mil­letler Güvenlik Konseyi'nin verdiği ka­rar uyarınca, Amerika Birleşik Devletle­ri liderliğinde oluşturulan milletlerarası güç tarafından 17 Ocak 1991 gününden itibaren bombalanmaya başlandı. Ateş­kesin sağlandığı 28 Şubat'a kadar süren bombardıman sonucu Bağdat'ın alt ya­pısı, özellikle yollar ve köprüler, sanayi ve askerî tesislerle su ve elektrik şebe­keleri büyük ölçüde tahrip edildi.

BİBLİYOGRAFYA:
S. D. Brunn - J. F. VVilüams, Citles of the World, New York 1983, s. 299-302; The Middle-East and North Africa, London 1988, s. 421-450; S. Perowne, "Life in Baghdad", JRCA, XXXIV/3-4 (1947), s. 251-261; "Bağdâd, el-Medînetü'l-Müdevvere", Faysal, XXVII, Riyad 1979, s. 35-50; A. A. Duri, "Baghdâd", El2 (İng.)r 1, 907-908; C. H. Ps. - Hd. M. V. "Asia", EBr., II, 585-587. Azmi Özcan

BAĞDAT DEMİRYOLU
XIX. yüzyıl sonlarıyla XX. yüzyıl başlarında İstanbul-Bağdat arasında yapılan demiryolu.

Buharlı gemilerin Şark limanlarına gi­den klasik denizyollarını önemli ölçüde değiştirmeye başladığı XIX. yüzyılın ikinci yansı başlarında demiryolları bağlantısı ve yapımı büyük önem kazanmıştır. Kla­sik karayolu sistemiyle Akdeniz'i Basra körfezi ile birleştirmek, dolayısıyla en kı­sa yoldan Hindistan'a ulaşmak düşün­cesi çok eskiye dayanır. Ancak 1782'de John Sullivan'ın Anadolu'dan Hindistan'a kadar uzanan bir karayolu yapımı tekli­fi, Albay François Chesney'in Suriye ve Mezopotamya'yı Hindistan'a bağlayacak karayolu ve Fırat nehri üzerinde buharlı gemi işletmesi ve bunun bir demiryolu ile Halep üzerinden Akdeniz'e ulaştırıl­ması, Fırat hattının Kuveyt'e kadar uza­tılması gibi projeler kâğıt üzerinde kal­mıştır. Bununla beraber 1854'te Tanzi­mat Meclisi'nde demiryolları yapımı ka­rarlaştırılmış, 1856'da bir İngiliz kum­panyası İzmir-Aydın hattının yapım im­tiyazını alarak 1866'da bu hattı işletme­ye açmıştır. Aynı yıl açılan Varna - Rusçuk hattı ile Anadolu ve Rumeli'deki ilk önemli demiryolu hatları faaliyete geçi­rilmiştir.

1869'da Süveyş Kanalı'nın açılması, Hindistan'a giden en kısa yol üzerinde İngiltere ve Fransa arasındaki mücade­leye yeni bir yön verdi. Bu durum demir­yolu projelerine duyulan rağbetin artma­sında da önemli rol oynadı. Robert Step-henson'un Süveyş Kanalı"na alternatif olarak ileri sürdüğü Üsküdar-İzmit-Siv-rihisar - Aksaray - Fırat vadisi - Bağdat-Basra-İran ve Belûcistan-Kalküta hat­tı ise projenin büyük maliyeti dolayısıy­la gerçekleştirilemedi. Demiryollarının askerî ve ekonomik yönden kazandığı önem, geniş topraklara sahip Osmanlı Devleti'nin yeni tedbirier almasına yol açtı ve bu iş için 1865'te Edhem Paşa'-nın başkanlığında Nâfia Nezâreti kurul­du. 1870'ten itibaren geniş kapsamlı de­miryolu inşa projeleri yapılarak bunla­rın uygulanma imkânları araştırıldı. Bu amaçla, Rumeli'de yapılmakta olan Sark demiryolları projesindeki çalışmalarıyla da tanınan Avusturyalı mühendis VVilhelm Pressel davet edildi (Şubat 1872). Önce­likle İstanbul'u Bağdat'a bağlayacak bü­yük bir demiryolu hattının inşaatı ka­rarlaştırıldı. Bu projenin ilk kısmı olarak 1872'de başlanan Haydarpaşa-İzmit hat­tı kısa zamanda tamamlandı. Ancak bu hattın daha ileriye götürülmesi işine, devletin içinde bulunduğu malî zorluk­lar yüzünden 1888 yılına kadar ara ve­rildi ve hattın tamamlanabilmesi için ya­bancı sermayeye ihtiyaç duyuldu. Nâfia Nâzın Hasan Fehmi Paşa Haziran 1880'-de hazırladığı bir lâyiha ile demiryolu in­şaatı için yabancı sermayenin gereklili­ğini dile getirdi. Ayrıca Anadolu'yu baş­tan başa aşarak Bağdat'a ulaşacak iki ayrı hat tesbit etti. Bunlardan biri İzmir-Afyon kara hisar - Eskişehir - Ankara - Si-vas-Malatya-Diyarbakır-Musul-Bağdat: diğeri ise İzmir-Eskişehir-Kütahya-Af­yon - Konya -Adana - Halep -Anbarlı'dan Fı­rat nehrinin sağ yakasını takip ederek Bağdat'a ulaşmaktaydı. Bu ikinci güzer­gâh, hem maliyetinin daha düşük hem de askerî yönden avantajlı olması sebe­biyle tercih ve tavsiye edildi.

Osmanlı malî durumunun, özellikle Du­yûn-1 Umûmiyye'nin (1882] faaliyete geç­mesinden sonra Avrupa malî çevrelerin­de tekrar güvenilirlik kazanması ve Os­manlı hükümetlerinin demiryollarına il­gi göstermeleri, yeni demiryolu projele­rinin ortaya atılmasına zemin hazırladı.

Bu projeler içinden özellikle Cazalet ve Tancred'in Tripolis, Humus, Halep. Fırat vadisi, Bağdat ve Basra hattı projesi dik­kati çekti. Ancak bu hattın her iki tara­fına Rusya'dan göç eden yahudi muha­cirlerin iskân edileceği söylentilerinin çık­ması ve Cazalet'in âni ölümü projenin suya düşmesine sebep oldu.
Buna benzer birçok demiryolu proje­si, teklif getiren tarafların ve devletle­rin politik ve ekonomik çıkarlarını ön pla­na aldığı ve Babıâli'nin de demiryolla­rı sebebiyle sağlamayı umduğu gelişme hedeflerine cevap vermediği için geri çev­rildi. Ayrıca Babıâli, başlangıç noktası İs­tanbul olmayan hiçbir projeye imtiyaz vermeyeceğini açıkladı. İngiliz ve Fransız sermayedarlarının bu faaliyetleri 1888'-den itibaren aralarındaki rekabet ve çe­kişmeleri arttırırken Almanya demiryol­ları yapımında yeni bir güç olarak orta­ya çıktı. Bunda, Bismarck'ın çekingen politikasına rağmen II. Abdülhamid'in meseleyle bizzat ilgilenmesi büyük rol oynadı. Bu şekilde İngiltere ve Fransa'ya karşı Almanya Doğu'da bir denge unsu­ru oldu. 24 Eylül 1888 tarihli bir irade ile Haydarpaşa-Ankara arasında bir de­miryolu yapımı ve işletmesi, silâh satışı sebebiyle Osmanlılar'la yakın ilişkiler için­de bulunan VVüttenberglsche Vereins-bank Müdürü Alfred von Kaulla'ya veril­di. 4 Ekim'de von Kaulla ve Osmanlı hükümeti arasında. 92 kilometrelik mev­cut Haydarpaşa - İzmit hattının Anka­ra'ya kadar uzatılmasına dair sözleşme imzalandı. Osmanlı Devleti her kilomet­re için senede 15.000 franklık bir garan­ti verdi. 4 Mart 1889'da Anadolu Demir­yolları Şirketi (Societe du Chemin de fer Ot-toman d'Anatolie) resmen kuruldu. Böy­lece Bağdat'a doğru daha 1872'de yola çıkarılmış olan demiryolu hattı yapımı­na gecikmeli de olsa tekrar başlandı.

Anadolu Demiryolları Şirketi inşaat fa­aliyetlerini düzenli olarak sürdürdü ve daha ileri hatlar için aldığı yeni imtiyaz­larla, taahhütlerini vaktinde ve en iyi bir şekilde yerine getirdi. 1890'da İzmit-Adapazarı, 1892'de Haydarpaşa-Eskişe-hir-Ankara, 1896'da da Eskişehir-Kon­ya hatiarı bitirildiğinde 1000 kilometre­yi aşan bir demiryolu şebekesi döşenmiş durumdaydı. Osmanlı hükümeti daha İz­mit - Adapazarı hattının açılışında yapı­lan törende demiryolunun Basra körfe­zine kadar uzatılması niyetinde olduğu­nu açıklamış ve Almanlar'la temasları­nı yoğunlaştırmıştı. Eylül 1900'de Alman hükümeti, yeni kaiser Wilhelm'in uygu­lamak istediği dünya politikasına uygun olarak bankalara ve hariciyesine bu ko­nuda gerekli desteğin sağlanması için talimat verdi. Demiryolunun Bağdat'a kadar uzatılması projesine ise Rusya, İn­giltere ve Fransa karşı çıkmaktaydılar. Rusya, Ankara'dan itibaren demiryolu­nun güneydoğu Anadolu istikametine yönelerek Konya üzerinden geçirilmesin­de diğer bazı sebeplerle birlikte önemli Ölçüde etkili oldu ve bu hattın Sivas üze­rinden kuzeydoğu Anadolu'ya doğru yö­neltilmesinden vazgeçildi. İngiltere'nin Mısır'daki askerî varlığını arttırmasına göz yumulması ve Fransa'ya da İzmir-Kasaba hattının Alaşehir'den Afyon'a ka­dar uzatılma imtiyazının verilmesi bu dev­letlerin muhalefetlerini önledi.

Bağdat demiryolu anlaşmaları çok ka­rışık safhalardan geçerek son şeklini aldı. 23 Aralık 1899'da ön imtiyaz anlaşma­sı, 21 Ocak 1902'de esas imtiyaz anlaş­ması imzalandı. Nihayet 21 Mart 1903'-te son anlaşma ile, yapılacak ilk hat olan 250 kilometrelik Konya - Ereğli hattının finansmanına dair mukavelename imza edildi. 13 Nisan 1903'te ise Bağdat De­miryolu Şirketi (Societe İmperial Ottomane du Chemin de fer de Bagdad) resmen kurul-
443
du. İnşaatın hemen başlaması amacı ile Osmanlı Devleti üstlendiği malî yüküm­lülükleri derhal yerine getirerek Konya, Halep ve Urfa'nın âşâr vergilerini kilo­metre garantisi olarak gösterdi. Anlaş­ma şartlan gereğince, şirketin yapacağı her kilometre yol için hükümet nominal değeri 275.000 frank olan Osmanlı tah­villeri çıkartacak ve bu tahvillere şirke­tin sahip olduğu gayri menkuller garan­ti olarak ipotek edilecekti. Hattın geçe­ceği yollar boyunca devlete ait orman ve madenlerle taş ocaklarından inşaat için faydalanma imtiyazı da verildi. Bunlar o dönemde diğer ülkelerde yapılan demir­yolları için şirketlere verilen imtiyazların benzerlerini teşkil etmekteydi. Demiryo­lu ile ilgili her türlü malzeme gümrüksüz olarak ithal edilecekti. Şirket Osmanlı Harbiye Nezâreti ile anlaşarak uygun gö­rülecek yerlerde istasyonlar yapacak ve savaş veya isyan çıktığında askeri taşı­malara öncelik verilecekti. Şirketin res­mî dili Fransızca idi. Memurları özel üni­forma giyecek ve fes takacaklardı. Alman sermayesinin hâkim olduğu ve % 30 oranında Fransız sermayesinin bulundu­ğu şirket diğer sermayedarlara da açık tutuldu. 99 yıl süreli olan imtiyaz anlaş­ması, ilk otuz yıl dolduğunda devlete şir­ketin satın alınması hakkını vermekteydi. Yapımı I, Dünya Savaşı sırasında da de­vam eden ve ancak Ekim 1918'de kesin­tisiz bir şekilde Bağdat'ı İstanbul'a bağ­layan bu demiryolu, yeni Türkiye Cum­huriyeti tarafından 10 Ocak 1928'de sa­tın alınarak devletleştirildi

Bağdat demiryolu, Doğu'ya doğru açıl­mayı propaganda konusu ve prestij me­selesi yapan Almanya ile İngiltere ara­sında, neticesi I. Dünya Savaşı'na vara­cak olan amansız rekabetin başlıca kay­naklarından biri olmuştur. Kendilerini Os­manlı mirasının tabii vârisleri olarak gö­ren büyük devletler, Almanya'nın Osman­lı İmparatorluğu'na destek veren bir güç olarak belirmesini hazmedememişlerdir. Anadolu - Bağdat demiryolu projelerinin ortaya atıldığı andan itibaren Osmanlı Devleti'ne politik ve zamanla da ekono­mik faydalar sağladığı anlaşılmaktadır. Nitekim hattın askerî amaçlarla kulla­nılmasının yanı sıra, Anadolu hububatı­nın İstanbul'a taşınarak devlet merke­zinin artık eskisi gibi Rus ve Bulgar buğ­dayına muhtaç olmaktan kurtarılmasın­da ve hat boyunca yerleştirilen 100.000'lerce muhacirin Anadolu'nun demogra­fik yapısında olduğu gibi ekonomisinde de önemli rol oynadığı söylenebilir.

BİBLİYOGRAFYA:

F. H. Bode, Der Kamf um die Bagdadbahn 1903-1914, Eİn Beitrag zur Ceschichle der De-utsch-Englischen Beziehungen, Breslau 1914; P. Rohrbach. Hattı Saltanat- Bağdad Demiryolu, İstanbul 1331; P. K. Butterfİeld, The Diplomacy of ttıe Baghdad Railway 1890-1914, Göttingen 1932; Bekir Sıtkı Baykal, Das Bagdad-Bahn Problem 1890-1913, Freiburg 1935; L. Ragey, La çuestion du Chemin de fer de Bagdad 1893-1914, Paris 1936; R. Hüber, Dle Bagdadbahn, Berlin 1943; M. K. Chapmann. Great Brİtain and the Baghdad Railıuay 1888-1914, Morthampton-mass 1948; A. Onur, Demiryolları Tarihi 1860-1953, İstanbul 1953; L Rathmann, Die Nahoş-texpansion des deutschen Imperialismus uom Ausgans des 19. Jahrhunderis biz zum Ende des erslen Wellkrieges, Eİne Sttıdie İlber die Wirtschafts ■ potiüsche Kompanente der Bag­dadbahn politik, Leipzig 1961; a.mlf., Alman Emperyalizminin Türkiye'ye Girişi (trc. Ragip Zaralı), istanbul 1976, s. 41 vd.; W. von Kam-pen, Studien zur Deutschen Türkei-politik in derZeit Wilhe!ms II, Kiel 1968, s. 24-26; E. M. Earle, Bağdad Demiryolu Sauaşı (üre. Kasım Yargıcı), İstanbul 1972; İlber Ortaylı. Osman­lı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, İstanbul 1983, s. 73 vd.; Burhan Oğuz. Yüzyıllar Boyun­ca Alman Gerçeği ue Türkler, İstanbul 1983, s. 161 vd.                         r-j İSH   Kemal Bevdilli

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder