MOĞOLLARIN 1258 YILINDA BAĞDAT'I İSTİLASI |
BAĞDAT DOĞUMLU ŞAİRİMİZ AHMET HAŞİM |
SULTAN II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE AÇILAN BAĞDAT ASKERİ İDADİSİ'NİN ÖĞRENCİLERİ |
SULTAN II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE AÇILAN BAĞDAT ASKERİ RÜŞTİYESİ NİN ÖĞRENCİLERİ |
SULTAN II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE AÇILAN BAĞDAT ASKERİ İDADİSİ |
MURAD PAŞA CAMİİ |
SARAY CAMİİ |
OSMANLI DNEMİNDE IRAK VE BAĞDAT VİLAYETİ |
HAYDARHANE CAMİİ |
İMAM-I AZAM TÜRBESİ |
1918 bağdat |
BAĞDAT'TA BİR KAHVEHANE |
BAKIRCILAR ÇARŞISI |
BAGDAD OLD CİTY GATE |
DİCLE NEHRİNDE KELEKLERLE TAŞIMACILIK YAPANLAR |
DİCLE NEHRİ VE TAŞIMACILIKTA KULLANILAN KELEKLER |
İNGİLİZLERE ESİR DÜŞEN OSMANLI ASKERLERİ |
HALİL PAŞA CADDESİ |
İNGİLİZ İŞGAL KUVVETLERİ BAĞDAT'A GİRİYOR |
İngilizlerin sömürge ordularından bir birlik 1918 |
ATLI TRAMVAY |
BAĞDAT
İslâm dünyasının önemli tarih, ilim
ve kültür merkezlerinden biri ve bugünkü Irak'ın başşehri.
I.
GENEL BAKIŞ
II. OSMANLI DÖNEMİ
III. KÜLTÜR ve MEDENİYET
IV. SON DÖNEM
I. GENEL BAKIŞ
Dicle nehrinin her iki yakasında 33°
26' 18" kuzey enlemi ile 44° 23' 9" doğu boylamı üzerinde yer alan
şehir, VIII. yüzyılda
Abbasi Halifesi Ebü Ca'fer el-Man-sûr tarafından kurulmuştur. Kuruluşundan
Abbasî Devleti'nin yıkılışına (1258) kadar hilâfet merkezi olarak kalan
Bağdat Osmanlılar devrinde Bağdat vilâyetinin merkezi ve 1921'de de Irak'ın
başşehri oldu.
Bağdat ismi İslâm öncesi döneme ait
yöredeki eski yerleşim alanlarıyla ilgilidir. Arap yazarlar kelimenin Farsça
kökenli olduğunu düşünerek Farsça kaynaklan araştırmışlar ve teorik bazı
açıklamalarda bulunmuşlardır. Yaygın kanaate göre kelime "Tann'nın
ihsanı veya armağanı" anlamına gelmektedir. Modern araştırmacıların çoğu
tarafından da kabul edilen bu görüş yanında kelimenin Ârâ-mîce kökenli olduğunu
ve "koyun ağılı" anlamına geldiğini iddia edenler de vardır. Ancak
Hamurabi (m. ö. 1792-1750) kanunlarında Bagdadu şehrinden bahsedilir ki bu da
kelimenin Farsça'nın muhtemel tesirinden önce de mevcut olduğunu
göstermektedir. Kral Nazimarut-taş (m. ö. 1341-1316] zamanından kalma bir sınır
taşında da Bağdadi bölgesinden bahsedilir; ayrıca Talmut'un birkaç yerinde
Bağdaşa kelimesi geçmektedir. Aynı şekilde Bâbil Kralı Mardukapaliddin (m. o.
1208-1195] dönemine ait bir sınır taşında Bağdat'tan söz edilir. II, Adadni-rari'nin
(m. Ö. 911-891) yağmaladığı yerler arasında Bagdadu da bulunmaktadır. III. Tiglat-pileser
ise (m. ö. 745-727] Bağdadu'dan, oraya yerleşmiş olan bir Ârâmî kabile ile
birlikte söz eder (bk. El2 ling.l, 1,894).
Halife Mansûr kurduğu bu şehre,
Kur'-ân-ı Kerîm'de (el-Enam 6/127; Yûnus 10/25] "cennet" mânasında
kullanılan dârüsselâm kelimesinden ilham alarak Medînetüsselâm adını verdi. Bu
isim resmî belgeler, sikkeler ve ağırlık ölçü birimlerinde kullanılmaktaydı.
Bağdat yerine Buğdan, Medînetü Ebû Ca'fer, Medî-netü'l-Mansür,
Medînetü'l-hulefâ ve ez-Zevrâ gibi adlar da kullanılmıştır. Arap yazarlar
Halife Mansûr'un bu şehri İslâm öncesi devirde pek çok yerleşim alanının
bulunduğu bir yerde kurduğunu söylerler. Bunların en önemlisi, Sarât'ın kuzeyinde
Dicle'nin batı yakasında bulunan Bağdat köyüdür. Bazıları buranın yıllık
panayırların kurulduğu Badurya olduğunu belirtirler ki bu, Kerh'in daha sonra
neden önemli bir ticaret merkezi haline geldiğini açıklamakta yardımcı olur.
Eski yerleşim merkezlerinden bazıları Dicle'nin batı yakasında ve Kerh yakınında
idi ve büyük bir kısmı Ârâmîler'e aitti. Bunlar arasında Hattâbiyye,
Şerefâ-niyye, Verdâniyye, Sünâye, Katuftâ ve Berâsa zikredilebilir. Kerhâye ile
Sarat arasında Sâl, Versâlâ ve Benâvrâ adlı üç küçük yerleşim merkezi vardı.
Ârâmî-ce "müstahkem şehir" mânasına gelen Kerh ise adını İran
geleneğinde II. Şâ-pûr'a
(309-379) atfedilen eski bir köyden alır. Xenophon'a göre Ahamenidler Bağdat
yöresinde geniş bahçelere sahiptiler, îsâ Kanalı'nın ağzına yakın bir yerde
bir Sâsânî sarayı (Kasru Sâbûr) vardı. Halife Mansür buraya daha sonra bir köprü
yaptırdı. Sarat Kanalı'nın üzerindeki eski köprü (el-Kantaratü'1-atîka)
Sâsânî-ler'e aitti. Şehrin doğu tarafındaki Sû-kusselâsâ ile Hayzurân Mezarlığı
İslâm öncesi devirden kalmadır. Burada İslâm öncesi döneme ait bazı manastırlar
da vardı. Bunlar arasında, yerinde Huld Sa-rayı'nın inşa edildiği Deyrülatîk
(Deyr Mâr-fathion) ile Deyrü Bustâni'I-Kus ve Dey-rülcâselik zikredilebilir.
Bu eski yerleşim merkezlerinin
hiçbiri ne siyasî ne de ekonomik bir öneme sahipti. Bu bakımdan Halife
Mansûr'un kurduğu şehir yepyeni bir şehir olarak kabul edilebilir. Bağdat
Ortaçağ'da Avrupalı seyyahlar tarafından çok defa Bâbil ve Seleucia ile karıştırılır.
1616-1617 yıllarında Bağdat'ta bulunan Pietro del-la Valle, o dönemde çok
yaygın olan bu yanlış iddiayı ilk defa delillerle çürütmüştür. XVII. yüzyıla
kadar Bağdat, Batı'da muhtemelen ismin Çince biçiminden türemiş olan bozuk
şekliyle Baldach (Bal-dacco) adıyla biliniyordu.
Abbasîler gözlerini Doğu'ya
çevirince devletlerini sembolize edecek yeni bir başşehir aramaya başladılar.
İlk halife Seffâh bu maksatla Kûfe'den Enbâr'a, Mansür ise Küfe yakınlarındaki
Hâşimi-ye'ye gitti. Ancak Mansür çok geçmeden Hz. Ali taraftarı olan Küfe
şehrine yakın olmanın ordusu üzerinde menfi bir tesir icra edeceğini anladı ve
daha uygun bir yer aramaya başladı. Ciddi bir araştırmadan sonra iklimi,
ekonomik imkânları ve askerî açıdan elverişli konumu bakımından uygun bulduğu
Bağdat mevkiini seçti ve şehir nehrin her iki tarafında da verimli topraklara
sahip bir ova üzerinde kuruldu. Horasan yolu buradan geçiyordu ve kervan
yollarının kesiştiği bu yörede her ay panayırlar kuruluyordu. Böyle bir yerde
askerler ve halk erzak sıkıntısı çekmeyecekti. Ya'kü-bîve İbnü'l-Fakih gibi IX. yüzyıl
müelliflerinin verdikleri bilgilere göre Bağdat'ın sahip olduğu kanallar ağı
hem tarımda bol ürün alınmasını, hem de şehrin su baskınlarından korunmasını
sağlıyordu; bölge sağlıklı ve ılıman bir iklime sahipti. Şehir sağlamlığı ve
yerleşim planı ile büyük bir kaleyi andırıyordu ve etrafı geniş, derin bir
hendekle çevriliydi. Daha sonra tuğladan yapılmış bir iskele ve savunma
amaçlarıyla boş bırakılmış 57 m. genişliğindeki bir alandan sonra temelden
itibaren 9 m. yüksekliğinde bir duvar yer alıyor ve bundan sonra da tuğladan
yapılmış asıl sur geliyordu. Kapıların üzerinde şehri yukarıdan gözetlemeleri
:İçin. alt kısmında nöbetçilere ayrılmış bölümleri olan gözetleme kuleleri
vardı. Evler yapılması için bu surdan sonra 170 m. genişliğinde bir saha ayrılmıştı.
Burada sadece askerler ve halifenin yakın adamlarının ev yapmalarına izin
verildi. Şehre giren yollarda sağlam kapılar vardı. Bunun ardından halifenin
sarayı (Bâbüzzeheb), câmi-i kebîr, divanlar, halifenin çocuklarına ayrılan
evler ve biri muhafız birliği kumandanına, diğeri de sâhibü'ş-şurta'ya ait iki
sakife-nin (revak) yer aldığı geniş İç alan bulunuyordu ve etrafına üçüncü bir
duvar inşa edilmişti. Şehrin kontrolünü sağlamak, hem içteki haberleşmeyi hem
de kervan yollarıyla irtibatı temin etmek için şehir, ortada kesişen iki yol
ile dört eşit parçaya bölünmüştür. Horasan kapısı kuzeydoğuya, Basra kapısı
güneybatıya, Suriye kapısı kuzeybatıya, Küfe kapısı ise güneydoğuya
açılıyordu. Halifenin sarayına ulaşmak için hendeği aştıktan sonra iç ve dış
surlardaki beş kapıyı geçmek gerekiyordu. Şehrin planında eski doğu
imparatorluk geleneklerinin etkili olduğu söylenebilir. Nitekim halifenin halk
arasına karışmayıp ayrı yaşaması, yeni devletin büyüklüğünü göstermek için
yapılan görkemli cami ve saraylar da bunu ispatlar.
Sarayın 48 m. yüksekliğindeki yeşil
kubbesi 941 'de fırtınalı bir gecede yıldırım düşmesi üzerine yıkıldı; ancak
duvarlar 1255'e kadar ayakta kaldı. Bâbüz-zeheb'in yapımında mermer ve taş kullanıldı
ve kapısı altınla süslendi. Hârûnürreşîd'in önem vermemesine rağmen Bâbüzzeheb
yarım yüzyıla yakın bir zaman resmî ikametgâh olarak kullanıldı. Halife Emîn
buraya yeni bir yan bina ilâve edip etrafında bir meydan yaptırdı. Emîn'in
tahttan uzaklaştırılmasına sonuçlanan 813'teki kuşatma sırasında burası çok
zarar gördü. Daha sonra ise resmî ikametgâh olmaktan çıktı ve tamamen ihmal
edildi. Mansür Camii saraydan sonra inşa edildi; bu yüzden kıblesinde hafif
hata vardır. 807'de Hârünürreşid bu camiyi yıktırıp tuğlalarla yeniden inşa
ettirdi. Cami 875'te ve 893'te genişletildi. Halife Mu'tazıd-Billâh camiye
yeni bir bölüm ilâve ettirdi ve camiyi onarttı. Caminin minaresi 915'te yanmış,
ancak tekrar yapılmıştır. Mansûr Camii Abbasîler döneminde Bağdat'ın en büyük
camii olma özelliğini korudu. 12S5'te sel baskınına uğrayan cami Moğol
saldırısından sonra da ayakta kalmaya devam etti.
Bağdat'ın planı sosyal gayeler
gözetilerek çizilmiştir. Her bölge belirli bir etnik veya meslekî grubun
sorumluluğun-daydı. Askerler genel olarak surların dışında şehrin kuzey ve
batısında, tüccar ve zenaatkârlar ise Kerh'te Sarât'ın güneyinde
oturuyorlardı. Pazarlar Bağdat'ın planında önemli bir rol oynar. Başlangıçta
en dıştaki büyük surdan iç sura doğru uzanan dört yol boyunca yüksek kemerli
dükkanlardan oluşan dört pazar, ayrıca surların dışında da dört pazar yeri
vardı. Halife Mansür 773'te pazarların emniyet düşüncesiyle şehirden Kerh'e
nakledilmesini emretti. Her zenaat ve ticaret erbabının müstakil pazar
yerleri, çarşıları vardı. Meselâ Kerh'te manav, bakkal, sarraf ve kitapçılara
tahsis edilmiş çarşılar mevcuttu. Şehrin büyümesiyle buraya Horasan,
Semerkant, Merv, Belh, Buhara ve Hârizm'den tüccarlar geliyordu; bunların
kendilerine ait mahalleleri ve her grubun bir reisi vardı.
Ya'kübî Bağdat'ın planının 755'te
çizildiğini nakleder. Ancak yapım çalışmaları 762'de başlamıştır. Şehrin
planı üzerinde dört mimar çalıştı. Caminin mimarı ise Haccâc b. Ertât idi.
Ya'kübî ve Taberî'-nin kaydettiğine göre Halife Mansûr yapım işinde
çalıştırılmak üzere 100.000'e yakın işçi ve ustayı bir araya getirdi. Ker-hâye
Kanalfndan içme suyu olarak ve ayrıca inşaat işlerinde kullanılmak üzere su
sağlayan bir kanal açıldı. 763'te en azından saray, cami ve divanların tamamlandığı,
Mansûr'un Bağdat'ta oturmaya başladığı ve hilâfet merkezini oraya naklettiği
anlaşılıyor. Daire şeklindeki şehir 766'da tamamlandı. Bağdat şehir plancılığı
için önemli bir örnektir. Şehir, merkezinin her taraftan eşit uzaklıkta olması
ve kolayca kontrol edilip korunması için daire şeklinde planlanmıştır. Arap
kaynakları bu planın eşsiz olduğunu söylerler. Ancak dairevî plan Yakındoğu'da
bilinmeyen bir şey değildi. Uruk şehrinin planı da hemen hemen daire
şeklindedir. Asurlular'ın ordugâhları da daire şeklindeydi. Cresvvell,
aralarında Harran, Agbatana, Hatra ve Dârâbcird'in de bulunduğu, oval veya
daire şeklinde on bir şehrin adını sayar. Bağdat, plan itibariyle Dârâbcird'e
daha çok benzer. Bağdat'ın mimarlarının muhtemelen böyle planlardan haberleri
vardı. İbnü'l-Fa-kîh şehir için kare veya daire şeklinde iki plan çizildiğini
ve sonuncusunun daha mükemmel olduğu için tercih edildiğini anlatır.
Bağdat'ın boyutları üzerinde çeşitli
rivayetler vardır. Bir rivayete göre Horasan Kapısı'ndan Küfe Kapısı'na kadar
olan uzunluk 405 m., Suriye Kapısı'yla Basra Kapısı arasındaki uzaklık ise 303
metredir. Başka bir rivayete göre her iki kapı arasındaki mesafe 608 metredir.
Her iki rivayet de şehrin gerçek ölçülerini yansıtmaz. Şehrin inşasında görev
alanlardan biri olan Rebâh'ın vermiş olduğu bilgiye göre her iki kapı arası
1848 m. kadardır. Bu, Mu'tazid'ın emriyle yapılan ölçümde elde edilen ve Bedr
el-Mu'tazıdî tarafından rivayet edilen ölçülerle de teyit edilmiştir. Bu
rivayet daire şeklindeki şehrin çapının 23S2 m. olduğunu gösterir. Ya'kübî
belki de bu bilgilerin ışığında hendek dışında bulunan her iki kapı arasındaki
mesafenin 2334,5 m. olduğunu söyler. Mansûr'un şehre yaptığı harcamalar
hakkında da çeşitli rivayetler vardır. Bir rivayete göre masraf 18 milyon
dinarı bulmuştur. İkinci rivayette ise masrafın 100 milyon dirhem olduğu
söylenmektedir. Ancak halifeliğin arşivlerine dayanan resmî raporlar,
Mansûr'un Bağdat için 4 milyon 883 dirhem harcadığını göstermektedir. İş gücü
ve malzeme fiyatlarının düşüklüğü ve Mansûr'un yapılan harcamaları sıkı bir
denetime tâbi tuttuğu göz, önünde bulundurulursa bu rakamın doğru olduğu kabul
edilebilir.
Halife Mansûr 773'te Dicle nehri kıyısında
Horasan Kapısı'nın aşağı tarafındaki geniş bahçeler içinde Huld adını verdiği
bir saray yaptırdı. Ayrıca stratejik gayeler, Mansûr'un ordunun bölünmesiyle
ilgili politikası ve arazinin ihtiyacı karşılamaması halifeyi, Dicle'nin doğu
yakasında veliahdı Mehdî için bir karargâh kurmaya şevketti. Bu karargâhın
tesis edildiği yerde bir saray ve cami yapılmış, etrafı da kumandanlar ve maiyetlerinin
evleriyle çevrilmişti. Buraya Hârûnürreşîd'in yaptırdığı saray münasebetiyle
Rusâfe adı verildi. Askerî bölge bir duvar ve Mehdî'nin kışlasının etrafını
saran bir hendekle ayrılmıştı. Mehdî'nin kışlasının yapımına 768'de başlanmış
ve 773'te tamamlanmıştır. Rusâfe Mansûr'un kurduğu şehrin karşısında yer alır.
Bağdat'ta inşaat ve ticarî
faaliyetler, zenginlik ve nüfus hızlı bir gelişme gösterdi. Halk daha çok
Mehdfnin ve ardından Bermekîler'in teşvikiyle cazip hale gelen Bağdat'ın
doğusuna yerleşti ve buradaki nüfus yoğunluğu arttı. Yahya b. Hâlid el-Bermekî
burada Kasrü't-tîn adlı görkemli bir saray, oğlu Ca'fer de Bağdat'ın doğu
tarafının aşağısında daha sonraları Me'mûn'a verilen büyük bir saray yaptırdı.
Hârûnürreşîd zamanında şehrin doğu tarafı Şemmâsiye Kapısı'ndan Muharrim'e
kadar genişledi. Diğer taraftan Emîn. Hârûnürreşîd'in ikamet ettiği Huld
Sarayı'ndan Bâbüzzeheb'e döndü ve burayı yenileyerek ona yeni bir bölüm ekledi;
etrafını da kare şeklinde duvarlarla çevirdi. Zübeyde Hatun, biri Dicle
kenarında hilâfet saraylarına yakın bir yerde, diğeri şehrin kuzeyindeki
Katîa'da olmak üzere iki muhteşem cami yaptırdığı gibi Huld Sarayı yakınlarında
da Karâr adlı bir köşk inşa ettirdi. Bağdat'ın batı tarafı ise kuzeyde
Kat-rabül Kapısı ile Kerh arasında genişleyerek hemen hemen Muhavvel'e kadar
yayıldı.
Şairler Bağdat'ın güzelliklerini
övmüşler ve ona yeryüzünün cenneti adını vermişlerdir. Bağdat'ın güzel
bahçeleri, yeşil çayırları, kapılarının üzerinde ve salonlarındaki muhteşem
dekorasyon [arıyla şahane sarayları, mükemmel ve zengin eşyaları meşhurdu.
Bağdat, Halife Emîn ile Me'mûn arasındaki
iktidar mücadelesinden ve on dört ay süren kuşatmadan büyük zarar gördü.
Halkının şehri müdafaa etmesine kızan Tâhir b. Hüseyin karşı koyanların
evlerinin yıkılmasını emretti ve Dicle nehri ile Dârürrakîk, Suriye Kapısı, Küfe
Kapısı, Kerhâye Kanalı ve Künâse harap oldu. Bu yağma ve yıkım hareketine
ayak takımı ve ayyâr*lar da katıldı. Huld Sarayı ve diğer saraylar, Kerh ve
doğu tarafındaki bazı mahalleler ağır hasar gördü. Taberîve Mes'ûdî'nin naklettiği
gibi bu tahribat neticesinde Bağdat'ın o görkemli hali kayboldu. Bağ-dat'daki
karışıklık ve dehşet Me'mûn'un Merv'den dönüşüne (819) kadar devam etti. Me'mûn
sarayına yerleşti ve bir yarış alanı, bir hayvanat bahçesi ve yakın maiyetine
hediye ettiği mahallerle birlikte şehri oldukça genişletti. Daha sonra bu
sarayı Vali Hasan b. Sehl'e verdi. O da kızı Bûrân'a bıraktı. Bağdat Me'-mûn'un
idaresinde tekrar eski canlılığını kazandı. Mu'tasım şehrin doğu tarafında
bir saray yaptırdı. Daha sonra Türk ordusu için yeni bir başşehir aramaya karar
verdi. Çünkü Bağdat kendi birlikleriyle de çok kalabalık hale gelmişti. Ayrıca
hem halk hem de ordunun eski birliklerinin Türk birliklerine karşı husumet
taşımalarından ve karışıklık çıkmasından endişe ediyordu. Halifelerin
Sâ-merrâ'da oturdukları dönemde (836-892) Bağdat onların fazla ilgisini
çekmedi. Ancak büyük bir ticaret ve kültür merkezi olmaya devam etti.
Bağdat, Müstaîn-Billâh'ın
Sâmerrâ'dan buraya geldiği ve Mu'tezz'e bağlı kuv-vetler tarafından kuşatıldığı
865'te çıkan olaylar sırasında da zarar görmüştür. Bu dönemde Rusâfe,
Sûkusselâsâ'ya kadar genişledi. Müstaîn, Bağdat'ın müstahkem hale
getirilmesini emredince doğu tarafındaki sur Şemmâsiye Kapısından
Sûkusselâsâ'ya kadar, batı tarafındaki İse Katîatü Ümmü Ca'fer'den Sarât'ın yukarısına
kadar genişletildi ve etrafında meşhur Tâhir Hendeği kazıldı. Kuşatma sırasında
doğudaki surların dışında kalan evler ve dükkânlar tahrip edilmiş,
Şemmâsiye'nin doğu kesimleri, Rusâfe ile Muharrim de çok büyük zarar görmüştür.
Mu'temid nihayet 892'de Bağdat'a döndü ve Hasan b. Sehl'in kızı Bû-rân'dan
köşkünü istedi. Bürân yenileyip bir halifeye lâyık şekilde döşediği bu sarayı
ona teslim etti. Ondan sonra Mu'ta-zıd 893'te sarayı yeniden inşa etti. Alanını
genişletip yeni binalar ekledi. Genişlettiği alanda hapishaneler yaptırdı. Ayrıca
yarış sahaları ilâve etti ve daha sonra bu alanı bir duvarla çevirdi. Bu yer
"dârülhilâfe" olmaya daha lâyıktı ve ek binalarıyla resmî ikametgâh
olarak kabul edildi. Mu'tazıd daha sonra Dicle nehri kıyısında Tac Kasrı 'nın
temellerini attı. Fakat şehirden çok duman geldiğini görünce 2 mil kuzeydoğuda
başka bir saray yapmaya karar verdi. Bir yer altı geçidiyle Kasrü'l-Hasanî'ye
bağlanan, etrafı bahçelerle çevrili ve Mûsâ Kanalı iie su getirilen muhteşem
Süreyya Sarayı'nı inşa ettirdi. Mu'temid, havanın temiz olarak kalması için
Bağdat çevresinde pirinç ve hurma yetiştirilmesini yasakladı. Süreyya, bir sel
felâketine mâruz kalıp harap oluncaya (469/1076-77) kadar güzel bir görünüm
arzediyordu. Bundan sonra şehrin daire şeklindeki merkezi yıkılmaya başladı.
Mu'tazıd şehrin duvarlarının yıkılmasını emretti. Ancak Hâşimîler, duvarların
Abbâsîler'in şeref ve azametini simgelediğini söyleyerek tepki gösterdiler.
Bunun üzerine Mu'tazıd yıkımı durdurdu. Bununla beraber halk duvarların
yıkılması pahasına evlerini gittikçe genişlettiler. Bu da duvarların
yıkılmasına ve daire şeklindeki şehrin harap olmasına yol açtı.
Mükteff-Billâh (901-907) Tac Kasrı
ile Dicle kenarında bir rıhtım inşa ettirdi. Ayrıca 902'de saray hapishanelerini
yıktırdı ve bir cuma camii (Câmiul-Kasr) yaptırdı.
Muktedir-Billâh (908-932) hilâfet
sarayına yeni binalar ekledi ve onları mükemmel bir şekilde süsledi. Hayvanat
bahçesine özel bir önem verdi. Hatîb el-Bağdâdî'nin 305 (917-18) yılı hakkında
vermiş olduğu ayrıntılı bilgiler dikkat çekicidir. Sarayların etrafını
çeviren sağlam duvarlar ve Muktedir'in toplantı salonunun kapılarından birine
açılan gizli geçit savunma tedbirleri açısından gerekli idi. Onun sahip olduğu
güzellikler arasında, çok katlı bir büyük havuzun içinde üzerinde serçeler ve
çeşitli kuşlar bulunan gümüş bir ağaç da (dârü'ş-şecere) vardı. Havuzun her
iki tarafında, sanki birbirlerini kovalıyormuş gibi aynı yöne hareket eden ata
binmiş on beş süvari heykeli mevcuttu. Ayrıca 30 X 20 arşın ebadında, içinde dört
kayık bulunan bir gölcük etrafında şahane bir bahçe vardı. Hayvanat bahçesinde
her çeşit hayvan yaşıyordu. Kaynaklarda bunun dışında önemli silâhların
bulunduğu Fir-devs adlı bir saray i!e hilâfet sarayı civarında yirmi üç köşk
ve sarayın yer aldığı kayıtlıdır.
Bağdat bu dönemde en parlak zamanını
yaşadı. X. yüzyılda
doğu tarafı Şem-mâsiye'den Dârülhilâfe'ye kadar 9240 m. uzunlukta bir sahaya
yayılmıştı. İbn Tayfur'un rivayetine göre Halife Mu'temid'in kardeşi ve naibi
olan Muvaffak'ın emriyle Bağdat 892'den önce ölçülmüştür. Buna göre şehrin
alanı, 26.230 ceribi (ce-rib - 1,366 km2) doğu yakasında, 17.300 ceribi batı
yakasında olmak üzere 43.750 ceribdi. İstahrîve İbn Ebû Tayfur'un ifade ettiği
gibi Bağdat 892'de 7,250 km. uzunluğunda, 6,5 km. genişliğinde, Muktedir
zamanında ise 8,5 km. uzunluğunda 7,250 km. genişliğinde idi.
Coğrafî konumu, halkının
çalışkanlığı, devletin ticareti teşviki ve halifelerin itibarı Bağdat'ı büyük
ticaret merkezi haline getirdi. Rusâfe ve özellikle Kerh'teki pazarlar günlük
hayatın önemli bir unsuru oldu. Her çeşit ticaretin yapıldığı ayrı ayrı pazarlar vardı. Meyve
pazarı, pamuk pazarı, yün pazarı, 100'den fazla dükkânın bulunduğu kitapçılar
çarşısı, sarraflar çarşısı ve Kerh'teki attar dükkânları bunlardan bir kısmını
teşkil eder. Yabancı tüccarlara ait pazar Bâbüşşâm çarşısında kurulmuştu. Doğu
tarafında ise çiçeklerin satıldığı sûkuttîb. gıda satış yerleri, kuyumcular
çarşısı ve koyun pazarı vardı. Ayrıca Çin malları için özel bir yer ayrılmıştı.
Muhtesib* Mansûr zamanından beri hileleri önlemek, ölçü ve tartıyı kontrol
etmek için pazarları denetlemekle görevliydi; ayrıca hamamları, camileri de
teftiş ederdi. Her çarşı ve meslek erbabının hükümet tarafından tayin edilen
bir reisi vardı. Ayrıca her meslekte bir "sâni"1 ve bir
"üstat" bulunurdu. Bağdat pamuklu mamuller, baş örtüsü, örtü, mendil
gibi ipekli dokuma-iar, cam eşya, çeşitli yağlar, ilâçlar ve macunlar ihraç
ederdi. Şehirde çeşitli renkte gömlekler, ince dokuma türbanlar, meşhur
havlular üretilirdi. Bâbüttâk'ta mükemmel kılıçlar yapılırdı. Bağdat ipek ve
pamuk üretiminde olduğu gibi deri ve kâğıt üretiminde de ün salmıştı. Sarraf
ve cehbez*lerin faaliyetlerinden anlaşılacağı üzere Bağdat'ta devrine göre
gelişmiş bir çeşit bankacılık mevcuttu. Bu da endüstri ve ticaretin
gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Sarrafların özellikle Kerh'te kendilerine
ait dükkânları vardı. Bunlar daha çok halka hizmet ederlerdi. Cehbezler ise
esas olarak hükümet ve hükümet memurlarına hizmet götürürlerdi.
Bağdat nüfusu itibariyle
milletlerarası düzeyde büyük bir şehir olmuştu. Halk çeşitli unsurlardan
oluşuyordu: farklı ırk, renk ve mezheplere mensup insanlar mevcuttu. Bunlar
arasında orduya katılmak için gelen köle ve çeşitli meslek erbabı olduğu gibi
alışveriş yapmak ve çalışmak amacında olanlar da vardı. Bu dönemde halk şehir
hayatında Önemli rol almaya başladı. Halife Emîn'in Öldürülmesinden sonra
ortaya çıkan karışıklıkları bastırarak (816) düzeni sağlamak için harcadıkları
çabalar ve 919'da fiyatların yükselmesi karşısında ayaklanmaları bu
faaliyetler arasında sayılabilir. Ayyârların faaliyetleri de bu dönemde
başladı.
Bağdat'ın nüfusu hakkında bir tahminde
bulunmak zordur. Cami ve hamamların sayısıyla ilgili rakamlar çok mübalağalıdır
(Halife Mu'temid'in idareye hâkim olan kardeşi Muvaffak döneminde 300.000 cami, 60.000
hamam; Büveyhîler'den Muizzüddevle zamanında 17.000, Halife Muktedir zamanında
27.000, Büveyhîler'den Adudüddevle zamanında 5000, aynı hanedandan Bahâüddevle
zamanında 3000 hamam). Hamamlar 933'te sayılmış ve 1500 olduğu tesbit
edilmiştir. Rivayetler her hamamın yaklaşık 200 eve hizmet verdiğini
vurgular. Eğer bir evin ortalama beş nüfusa sahip olduğu düşünülürse nüfusun
yaklaşık 1.5 milyon olduğu kabul edilebilir. Muktedir, hekimlerin imtihan
edilmesini ve sadece hekimlik vasıflarına sahip olanlara belge verilmesini emretti.
Sonuçta 860 kişiye hekimlik belgesi verildi. Devlet hastahanelerinde hekimlik
belgesi olmadan -çalışanlar da buna ilâve edilirse sayı 1000'i bulabilir. Mansûr
Camii'nde ve Rusâfe'de ayın son cumasında namaz kılanların sayısı yaklaşık
64.000 idi. III. (IX.) yüzyıl
sonlarında kayıkların sayısı 30.000 olarak hesap edilmiştir. Bu rakamlar ve
Bağdat'ın alanı dikkate alınırsa IV. (X.) yüzyılda Bağdat'ın nüfusunun yine
1.5 milyon olduğu tahmin edilebilir. Şehir eşrafı Zahir, Şemmâsiye, Me'mûniye
ve Derbü Avn gibi mahallelerde otururdu. Katîatülkilâb, Nehrüddecâc ise
fakirlerin yaşadığı mahallelerdi. İki katlı evler de olmakla beraber genel
olarak halkın oturduğu evler tek katlı idi. Zenginlerin evlerinde banyolar
vardı. Genellikle evler haremlik, kabul odaları ve hizmetçi odaları olmak üzere
üç bölümden ibaretti. Halılar, divanlar, perdeler ve yastıklar başlıca mobilya
çeşitleriydi. Serinleticiler, serin evler ve serdablar yazın kullanılırdı.
Evlerin girişleri yazılar, hayvan, bitki resimleri ve insan figürleriyle
süslenirdi. Bahçelere çok önem verilirdi.
Bağdat büyük bir kültür, tercüme ve
bilim merkezi idi. Hanefi ve Hanbelî mezhepleri burada doğmuştur. Ayrıca
Bey-tülhikme gibi tercüme yapılan diğer kuruluşlar da burada bulunuyordu. Camiler,
özellikle Mansûr Camii büyük bir öğretim merkezi idi. Bir kitap sergi sahası
olarak da kullanılan çok sayıda kitapçı dükkânının bulunması kültür faaliyetlerinin
ulaştığı seviyeyi gösterir. Şairler, tarihçiler ve âlimler burada sayılamayacak
kadar çoktu. Bu hususta Hatîb el-Bağdadîmin Târihu Bağdâd adlı eserinde geniş
bilgiler vardır. Sadece halifeler değil vezirler ve üst düzeydeki diğer görevliler
de eğitim ve öğretime gereken ilgiyi göstermiş ve daima destek olmuşlardır.
İslâm kültürünün yaratıcı devri Bağdat damgasını taşır. Daha sonra bir eğitim ve
öğretim merkezi olarak halk kütüphaneleri kuruldu. Bunların en meşhuru, Ebû
Nasr SSbür b. Erdeşfr'in kurduğu Dârülilim'dir. Medreseler kurulmaya
başlayınca Bağdat, Nizamiye ve Müs-tansıriyye medreseleriyle buna öncülük etti
ve medrese sistemini hem programda hem mimaride etkiledi. Özellikle IX. ve X. yüzyıllarda
hastahanelere çok önem verildi. Bunlardan Bîmâristânü's-Seyyi-de (918),
Bîmâristânü'l-Muktedirî (918) ve Bîmâristân-ı Adudî (982) çok meşhurdu. Vezir
ve diğer devlet yetkilileri de çeşitli hastahaneler yaptırmışlardır. Hârûnürreşîd
devrinde Bağdat'ta üç tane köprü vardı. Meşhur olan iki tanesi Bâbü Horasan ve
Kerh'te idi. Hârûnürreşîd Şemmâsiye'de iki köprü inşa ettirdi, ancak bunlar
ilk kuşatma sırasında yıkıldılar. Üç köprü IX. yüzyılın sonuna kadar kaldı. Öyle
anlaşılıyor ki kuzeydeki köprü yıkılmıştı, çünkü İstahrî sadece iki tanesinden
bahsetmektedir. 997'de Bahâüddevle Sûkusselâsâ'da üçüncü bir köprü inşa etti.
Bu da Sûkusselâsâ'nın Kuzey Bağdat'tan daha önemli hale geldiğini gösterir.
Halife Emîn zamanına kadar Bağdat'ta
istikrarlı bir hayat vardı. Ancak ilk kuşatma sırasında halk arasında bazı fesatçılar
ortaya çıktı. IX. yüzyılın son
çeyreğinden itibaren sel ve yangınlar da hayatı etkilemeye başladı. 883'teki
sel Kerh'te 7000 evin yıkılmasına sebep oldu. 904 ve 929'da Bağdat selden önemli
ölçüde zarar gördü. 983'teki sel Küfe Kapısı'na dayandı ve şehre girdi. Özellikle
emîrü'l-ümerâlar devrinde (936-945) kanalların ihmal edilmesi sel felâketine ve
Bâdûrayâ bölgesinin tahribine sebep oldu. 919'da ve 934-948 yılları arasında
vuku bulan kıtlıklarla hayat çekilmez hale geldi. 920 ve 921'de Kerh yangından
önemli Ölçüde zarar gördü. 934'te-ki Kerh yangını attarlar ve kuyumcular
çarşısına kadar yayıldı. Büveyhîler dönemi Bağdat için oldukça zor bir
devirdi. Muizzüddevle 945'te Bâdûrayâ'da bazı kanalları tamir ettirdi ve hayat
şartlarında yeniden düzelme görüldü. Bu dönemi İhmalkârlıkların ağır bastığı
bir dönem takip etti ve Batı Bağdat'ı sulayan birçok kanal harap oldu.
Adudüddevle (977-982) bu kanalları temizletti. Köprüleri ve rıhtımları yeniden
inşa ettirdi. Daha sonraları bu gibi faaliyetlere rastlanmamaktadır.
Bağdat'taki inşaat faaliyetleri bu
dönemde sınırlıdır. 961'de Muizzüddevle Şemmâsiye Kapisı'nda büyük bir mey
dan ve güzel bahçeleriyle birlikte
büyük bir saray inşa etti ve yaklaşık 1 milyon dinar harcadı. Bununla beraber
saray 1027'de yıkıldı. Adudüddevle Yukarı Muharrim'de Muizzüddevle'nin hâcibi
Sebük Tegin'in sarayını yeniden inşa ettirdi. Ona geniş bahçeler ilâve etti,
büyük masraflar yaparak Nehrülhâlis'ten kanallarla su getirtti. Burası
Büveyhîler'in resmî ikametgâhı yani dârülimâre olarak kullanıldı. Adudüddevle
Bağdat'ı çok kötü durumda bulmuştu. Evlerin ve çarşıların yeniden yapılmasını
emretti ve cuma camilerinin yeniden inşa edilmesi için çok para harcadı.
Dicle kenarındaki rıhtımları tamir ettirdi. Zenginlere de Dicle kenarındaki
evlerini tamir etmeleri ve sahipsiz, harabe halindeki yerlerin bahçelerini
düzenlemelerini emretti. Merkez köprüyü dar ve yıkılmaya meyyal gördü ve onu
yenileyip genişletti. 982'de Bîmâristân-ı Adudî'yi yaptırdı; hekimler, müfettişler,
memurlar tayin etti. Pek çok ilâç, merhem, araç gereç ve eşya sağladı; bakımı
için de vakıflar tahsis etti. Bununla beraber Bağdat Büveyhîler zamanında
gerilemeye başladı. Mansûr'un yaptırdığı şehir tamamen ihmal edildi. Şehrin
batısındaki mahalleler çok kötü durumdaydı. Batı Bağdat'ın en gelişmiş bölgesi,
tüccarların iş yerlerinin bulunduğu Kerh'ti. Şehrin doğu kesimi daha çok
gelişmişti ve halkın ileri gelenieri genellikle burada otururlardı. Buranın
muhteşem yerleri arasında büyük pazarın bulunduğu Bâbüttâk, Muharrim'deki
Dârülimâre, şehrin güney tarafında ise halifenin sarayları vardı. İbn Hav-kal,
Mansûr, Rusâfe, Berâsâ ve Dârüs-sultan camileri olmak üzere dört cuma camii
gördüğünü söyler. Daha sonra 989 ve 993'te Katîa ve Harbiyye camileri cuma
camii oldular. İbn Havkal, biri kullanılmayan iki köprü gördüğünü ifade eder.
Öyle anlaşılıyor ki Muizzüddevle zamanında biri Şemmâsiye Kapısı'nda, biri
Bâbüttâk'ta, diğeri de Sûkusselâsâ'da olmak üzere üç köprü vardı.
Bağdat halk arasında çıkan karışıklıklar,
Büveyhîler'in desteklediği mezhep ihtilâfları ve ayyârların çapulculuklarından
çok zarar gördü. 892'de Mu'tazıd kassâs ve falcıların sokaklarda ve camilerde
oturmalarını, halkın da onların etrafında toplanıp tartışmalara katılmasını
yasakladı. Büveyhîler'den önce karışıklıklara, ahlâkı çok defa kuvvet kullanarak
düzeltmeye çalışan Hanbelîler sebep olurdu. Bu dönemde mezhep ihtilâfları
birçok insanın ölümüne ve servetin kaybolmasına sebep oldu. 949'da Kerh'in
yağmalanmasından başlayarak Sünnîler'le Şiîler arasındaki çatışmalar o devrede
olağan olaylar arasında yer alıyordu. 959'da iki grup arasındaki çatışma
Bâbüttâk'ın yakılıp yıkılmasına sebep oldu. 971 "de çıkan olaylar
sırasında 17.000 kişi öldü; 300 dükkân, birçok ev ve otuz üç cami yandı.
1016'da Nehrü Tâbık, Bâbülkutn ve Bâbülbasra mahallelerinin çoğu yandı.
1030'da birçok dükkân ve çarşı tahrip edildi. Karışıklıklar ve zarar ziyanın
çoğuna, özellikle X. yüzyılın son çeyreğinden itibaren faaliyetlerini
yoğunlaştıran ayyârlar sebep oluyordu. Ayyârlar devamlı şekilde halkın mal ve
canına karşı terörü devam ettirdiler, pazarlar ve yollardan zorla haraç
topladılar. Yolcuları soydular, geceleri evlere girdiler. Kılıç zoruyla ve
yangın çıkararak devamlı şekilde tahribat yaptılar. Özellikle Bâbüttâk, Sûku
Yahya ve Kerh gibi zenginlere ait mahalle ve pazarları yaktılar. Halk
evlerinin kapılarını kilitlemek zorunda kaldı ve tüccarlar geceleyin nöbet
tuttular. Bu karışıklıklar fiyatların yükselmesine sebep oldu. Meşhur bir
ayyâr lideri olan Bürcümî, Bağdat'ı dört yıl boyunca fiilen yönetti ve bir
terör havası estirdi (1030-1033). Bu olaylar karşısında hükümet âciz kalıyor ve
ayyârlar karışıklık çıkarmasın diye zorla vergi ve haraç toplamalarına göz yumuluyordu.
Bu hadiseler Selçukluların gelişine kadar devam etti.
1055'te Tuğrul Bey Bağdat'a girdi ve
Büveyhîler'in Şiî politikasına son verip Sünnîler'i destekledi. Besâsîri
1038'de Fâtımîler adına Bağdat'ı işgal etti. Fakat 1059'da Selçuklular
tarafından mağlûp edilerek öldürüldü. Bağdat'ın bu dönemde kazandığı görünüm
daha sonra fazla bir değişikliğe uğramadı.
Tuğrul Bey 1056'da birçok ev ve dükkânı
yıkarak Dârülimâre'yi genişletti ve etrafını duvarlarla çevirdi. Dârülimâre
1058'de yandı ve tekrar inşa edildi, daha sonra da Dârülmemleke adıyla meşhur
oldu. 1115'te yeniden inşa edildi, ancak 1121'de bir kaza sonucu yandı ve yeni
bir saray yaptırıldı. Melikşahı, sarayın yakınında olan Muharrim Camii'ni
genişletip yeniden inşa ettirdi (1091) ve cami bundan dolayı Sultan Camii
olarak adlandırıldı.
Doğu Bağdat'ta halk hilâfet
sarayları etrafında kümelendi. Muktedî-Biemril-lâh (1074-1094) inşaat
faaliyetlerini teşvik etti. Besâiiye, Katîa, Halebe, Aceme vb. saray
etrafındaki yerleşim yerleri ge-
iişti. Muktedî, eski Tac Sarayı
yakınında Dârüşşâtiyye'yi de inşa ettirdi. 1129'da Tac Sarayı yıkıldı ve
yeniden yapıldı. Gelişen mahallenin etrafı duvarlarla çevrili olmadığından
1070'teki sel felâketinden çok zarar gördü. 1095'te Müstazhir. Ha-rîm
mahallesinin etrafını bir duvarla çevirdi. 1123'te Müsterşid burayı 22. arşın
genişliğinde dört kapılı olarak tekrar inşa ettirdi. Bu duvar Osmanlı hâkimiyetinin
sonuna kadar Doğu Bağdat'ın sınırlarını tayin ediyordu.
Bağdat XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
gerilemeye başladı ve görünümünde değişiklikler meydana geldi. Batı Bağdat'ta
birçok yer harap oldu ve önceki ev ve bahçelerin yerlerini viraneler aldı.
Şemmâsiye'nin eski mahallelerine, Rusâfe ve Muharrim'e önem verilmedi.
1171'de Bağdat'ı ziyaret etmiş olan
Tutîleli (Tudela) Benjamin halife sarayının, altmış doktoru ve deliler için
bir senatoryumu olan Bîmâristân-ı Adudinin büyüklüğünden bahseder ve Bağdat'ta
kendilerine ait on okula sahip 40.000 ya-hudi olduğunu söyier. İbn Cübeyr
1185'-teki Bağdat'ı anlatırken genel bir gerilemeye dikkat çeker, halkının
gurur ve kibrini tenkit eder. Halifenin ikametgâhı, muhteşem saray ve
bahçeleriyle yaklaşık bir veya daha fazla mahalleyi içine aiırdı. Bu taraf çok
iyi iskân ve imar edilmişti ve mükemmel çarşılara sahipti. Bunlardan en genişi
Kurayye idi. Sultan Camii, Rusâfe Camii ve Halife Camii olmak üzere üç cuma
camii vardı. Burada hepsi mükemmel binalarda eğitim yapan, bol miktarda bağış
ve vakıflara sahip otuz medrese bulunuyordu. Bunların masrafları vakıflardan
karşılanırdı. Bu medreselerin en meşhuru 1110'da yeniden İnşa edilen Nizamiye
Medresesi idi.
İbn Cübeyr, Müsterşid tarafından yaptırılan
dört kapılı duvarın yarım daire şeklinde olduğunu, her iki ucunun Dicle'ye
vardığını ve Rusâfe, Şemmâsiye ve Muharrim mahallelerinin birçok yeri harabeye
dönerken Ebû Hanîfe bölgesinin meskûn bir yer olduğunu ve Batı Bağdat'ın her
tarafının tahrip edildiğini söyler. Surla çevrilmiş olan Kerh şehrinden ve
Halife Mansûr'un yaptırdığı caminin bulunduğu Bâbülbasra'dan bahseder. İbn
Cübeyr'in dikkat çektiği diğer bölgeler arasında, en kuzeyde Harbiyye ve ipek
kumaşlarıyla meşhur Attâbiyye vardır. Ayrıca Bağdat'ta 2000 hamam ve on bir
cuma camiinin bulunduğunu söyler. Müsterşid zamanında (1118-1135] îsâ Kanalı
civarında bir köprü vardı. Bu köprü daha sonra Bâbülkurayye'ye nakledildi. Müstazî-Biemrillâh
zamanında (1170-1180) Bâbülkurayye'de yeni bir köprü yapıldı ve ilki îsâ
Kanalı'nın yakınındaki eski yerine getirildi. Bundan yarım yüzyıl sonra Yâküt
(ö. 623/1226] bazı faydalı bilgiler verir ve Batı Bağdat'ı, birbirlerinden
bir duvarla ayrılmış harabeler yığını mahalleler olarak gösterir. Harbiyye kuzeyde
Harimü't-Tâhirî, güneybatıda At-tâbiyyîn ve Dârülkaz, batıya doğru Mu-havvel,
doğuya doğru Kasr-ı îsâ, güneyde Kerh ve Kureyye dikkati çeken mahallelerdir.
Bu dönemde bölgelerin yarı bağımsız
statülerini gösteren cuma camilerinin sayısı Batı Bağdat'ta (Garbiyye) arttı.
İbnü'l-Cevzî, 1135-1176 yıllan arasında Mansûr Camii'ne ilâveten altı camiden
bahseder. Kerh camileri Müstansır tarafından tamir edildi. Câmiu'l-Kasr da
1082 ve 1235'te olmak üzere iki defa tamir edildi. Bugün hâlâ ayakta kalan Kameriye
Camii de 1228'de yapıldı. Abbasî hilâfetinin son yüzyılında halife veya yakınları
tarafından inşa ettirilen çok sayıda ribât* tasavvufun ne derece etkili
olduğunu gösterir.
Bağdat'ta medreselerin kurulmasına
çok önem verildi. Bu hareket başlangıçta Sâfiîler arasındaki dinî uyanış yanında
siyasî ve idarî ihtiyaçlarla açıklanabilir. Fakat bu bir kültür faaliyeti olarak
daha sonra da devam ettirildi. İbn Cübeyr Doğu Bağdat'ta otuz medrese olduğunu
söyler. Diğer medreseler İbn Cübeyr'in ziyaretinden sonra kurulmuştur. En
meşhurları 1066'da kurulan Nizamiye, aynı yıl kurulan ve bugün Külliyetü'ş-şerîa
olarak kullanılan Ebü Hanîfe, 1233'te kurulan ve XVII. yüzyıla kadar varlığını koruyan
Müstansıriyye medreseleridir. Bu medreselerden her biri, dört fıkıh mezhebinden
biri üzerinde ihtisaslaşmıştı. Sadece Müstansıriyye ile 1255'te kurulan
Beşîriyye medreseleri dört mezhebe göre öğretim yapıyordu. Şemsülmülk b.
Nizâmülmülk tarafından yetimler için kurulan bir mektep vardı. 1209'da
Bağdat'ın her yerinde, ramazan ayında fakirlere hizmet etmek için
misafirhaneler (dârüzziyâfe) kuruldu. Bağdat bu dönemde yangın, sel ve
karışıklıklardan çok zarar gördü. 1057'-de Kerh, Bâbülmuhavvel mahalleleri ve
Kerh çarşısının büyük bir kısmı yandı. 1059'da da Kerh ve Eski Bağdat'ın çoğu
yandı.
Halk grupları ve mezhep mensupları
(Hanbelîler'le Sâfiîler, Sünnîler'le Şiîler] arasında çıkan olaylar kan
dökülmesine ve tahribata sebep olmaya devam etti. İbnü'l-Esîr 1108'de geçici
bir uzlaşmadan bahseder. Ancak bu uzlaşma kısa ömürlü oldu. Kavga ve
çatışmalar devam etti ve Musta'sım zamanında korkunç boyutlara ulaştı.
1242'de Me'mûniyye ile Bâbülezec, Muhtâre ile Sûku's sultân, Katuftâ ve Kureyye
mahalleleri arasında olaylar çıktı, pek çok kişi öldürüldü ve dükkânlar
yağmalandı. 1255 yıllarında durum çok daha kötüleşti. Sünnîler'in oturduğu
Rusâfe ve Şiî mahallesi Hudayriyyîn arasında çatışmalar meydana geldi. Daha
sonra Bâbülbasra ve Kerh de olaylara karıştı. Bu olaylar hem hükümet
kontrolünün azaldığını, hem de mahalleler arasında rekabet olduğunu gösterir.
Kerh ile Bâbülbasra arasında yeniden çatışma çıkınca bunu önlemek için
gönderilen askerler Kerh'i yağmaladılar. 1256'da Kerh halkından birinin
öldürülmesiyle olaylar doruğa ulaştı ve kontrolü sağlamak için gönderilen
askerler halkla beraber Kerh'i yağmalayıp birçok yeri yakıp yıktılar; pek çok
kişi öldürüldü ve kadınlar kaçırıldı. Bu dönemde ayyârlar her yerde faaliyet
gösteriyordu. Dükkânları yağmalıyorlar ve geceleyin evleri soyuyorlardı. Hatta
Müs-tansıriyye'yi bile iki kere talan etmişlerdi. Hükümet olayları
bastırmaktan âciz kaldı. Kanallar temizlenmediği için seller meydana geldi.
1243'teki seller ve taşkınlar Nizamiye ve civarındaki bazı mahalleleri tahrip
etti. 1248'de seller Doğu Bağdat'ın etrafını sardı ve duvarların bir kısmını
yıkarak Harîm'e ulaştı. Sel Rusâfe'de de birçok evi yıktı. Batı Bağdat sular
altında kaldı ve Bâbülbasra ve Kerh bölgesi hariç birçok ev yıkıldı. Ekinler
zarara uğradı. En büyük sel felâketi ise 1256'da meydana gelmiş ve Batı Bağdatdaki
Dârülhilâfe ve Nizamiye çarşıları sular altında kalmıştı.
İki yıl sonra 10 Şubat 1258'de Moğollar
Bağdat'a saldırdılar; Halife Musta'sım kayıtsız şartsız teslim oldu ve halk
kılıçtan geçirildi. Kuşatmadan önce Bağdat'a akın eden çok sayıdaki köylü de
bu acı akıbetten kurtulamadı. Öldürülenlerin sayısı İle ilgili olarak
kaynaklarda zikredilen tahminler, daha sonraki kaynaklarda daha yüksek olmak
üzere 800.000 ile 2 milyon arasında değişmektedir. Çinli seyyah Cha'ng Te
[1259) on binlerce kişinin öldürüldüğünü ifade eder. Onun verdiği bilginin
Moğol kaynaklarına dayandığı açıktır. Rakam vermek oldukça güçtür, ancak
öldürülenlerin sayısı 100.000'i asmıştır. Şehrin her tarafındaki gömülmemiş
cesetlerden yayılan tahammülü imkânsız kokular Hülâgû'yu bile birkaç gün için
çekilip gitmeye mecbur etti. Şehir yağmalandı, camiler ahır haline getirildi.
Kütüphaneler tahrip edildi. Kitapların bir kısmı yakıldı, bir bölümü de Dicle
nehrine atıldı, nehir günlerce mürekkep renginde aktı. İslâm medeniyetinin
duraklamasına sebep olan Moğol istilâsı sadece Bağdat için değil bütün İslâm
dünyası için korkunç bir felâket olmuştur. Bununla beraber Bağdat tamamen
yıkılmaktan kurtuldu. Belki de ulemânın, "Adaletli bir kâfir, zalim bir
imamdan daha iyidir" şeklindeki fetvası bu hususta önemli rol oynadı.
Hülâgü Bağdat'tan ayrılmadan önce halka ait bazı binaların onarılmasını emretti.
Vakıf müfettişi Câmiü'l-hulefâ'yı yeniden inşa etti, medrese ve ribâtların
tekrar açılmasını sağladı. Kültür çok zarar görmesine rağmen tamamen yok
edilmedi. Bağdat her yönüyle bir eyalet merkezi oldu. Şehir 1339-1340 yılına kadar
İlhanlılar'ın hâkimiyetinde kaldı; bir vali ve bir şahne* ile bir askerî
garnizon tarafından idare edildi.
Moğollar vergi tahakkuk ettirmek
için Bağdat'ın nüfusunu onar, yüzer ve biner kişilik gruplar halinde
kaydettiler. Yaşlılar ve çocuklar hariç herkesten vergi alındı. Bu durum
yaklaşık İki yıl devam etti. Bağdat'ta yönetim İranlılar'a tevdi edildiği için
şehir giderek eski önemini kazanmaya başladı. Şehirde 1258-1282 yılları
arasında valilik yapan Atâ Melik Cüveynrnin bunda önemli rolü oldu. Onun
idaresinde Câmiü'l-hulefâ'nm minaresi ve Nizamiye çarşısı yeniden inşa edildi.
Müstansıriyye tamir edildi ve yeni bir sulama sistemi yapıldı. Şeyh Ma'rûf ve
Kameriyye camileri yeniden yaptırıldı. Eski okulların bazıları özellikle Nizamiye,
Müstansıriyye, Beşîriyye, Teteşiy-ye ve Medresetü'l-ashâb yeniden öğretime
başladılar. Cüveynî'nin karısı, dört mezhebin de esaslarının öğretilmesi için İsmetiyye
Medresesi'ni ve onun yanında bir ribât yaptırdı. İlhanlı Hükümdarı Ah-med
Teküder 1282'de, Abbasîler devrindeki gibi dinî bir duyguyla, camilere ve
okullara bağışta bulunulması için bir mesaj yolladı. Bunun yanında İlhanlı idaresi,
müslüman olmayanlara karşı bir isyanın meydana gelmesine yol açtı. İlhanlılar
hıristiyanları korudular ve onlardan cizyeyi kaldırdılar. Kiliseleri yeniden
inşa ettiler ve okulları öğretime açtılar. Argun'un (1284-12911 yahudi asıllı
maliye nâzın Sa'düddevle kardeşini Bağdat'a vali tayin edince yahudilerin
itibarı arttı. Gazan Han zamanında Bağdat'taki gayri müslimler bazı
sıkıntılarla karşılaştılar ve bir kısmı müslüman oldu. İlhanlılar Bağdat'ta
kâğıt parayı (çao) kabul ettirmeye çalıştılarsa da başarılı olamadılar ve Gazan
Han 1297'de bu uygulamaya son verdi.
Üç coğrafyacı İbn Abdülhak |ö. 1300
dolayları), İbn Battûta (ö. 1327] ve Hamdullah Müstevfî (ö. 1339), Bağdat'ın XIII ve XIV. yüzyıllardaki
durumu hakkında bilgi verirler. İbn Abdülhak Merâsid adlı eserinde, Batı
Bağdat'ta en kalabalığı Kerh olan metruk mahalleler hariç hiçbir şeyin
kalmadığını söyler ve Kureyye ve Remliyye mahalleleriyle Dârürraklk
çarşısından, kâğıt üretimiyle meşhur Dâ-rülkaz ve metruk bir köy gibi duran
Bâ-bülmuhavvel'den bahseder. Ayrıca Bîmâ-ristân-ı Adudî'ye temas eder ve
Harî-mü't-Tâhirî, Nehrü Tâbik ve Katîa mahallelerinden hiçbir eser
kalmadığını, Tû-sâ mahallesinin de metruk bir köy gibi göründüğünü, Moğollar
geldiği zaman Doğu Bağdat'ın büyük bir bölümünün harabe halinde olduğunu, onların da
halkın çoğunu Öldürdüklerini, daha sonra taşradan gelenlerin Bağdat'a
yerleştiğini söyler. Halebe, Kureyye ve Katîatüla-cem'in meskûn mahaller
olduğunu ifade eder. İbn Battûta Bağdat'taki iki köprüden bahseder ve
şehirdeki mükemmel hamamlar hakkında ayrıntılı bilgi verir. Çok sayıda cami ve
medresenin olduğunu, ancak bunların harabe halinde bulunduğunu nakleder.
Hamdullah Müstevfî de Bağdat hakkında önemli bilgiler verir. Onun Doğu
Bağdat'ın surları hakkında verdiği bilgiler İbn Cübeyr'in söylediklerini
doğrular mahiyettedir. Müstevfî Bağdat'ta halkın hayatından memnun olduğunu,
bozuk bir Arapça konuştuklarını, Şafiî ve J-Ianbelîler'in şehre hâkim
bulunduklarını, ancak diğer mezhep mensuplarının da bir hayli kalabalık olduğunu
söyler. Çok sayıda medrese ve ribâtın bulunduğunu, bunların en büyüğünün
Nizamiye, mimari açıdan en güzelinin de Müstansıriyye Medresesi olduğunu
kaydeder. Sitti Zübeyde Tür-besi'nin bu devreye ait olması mümkündür. Bu hanım
Musta'sım'ın büyük oğlunun torunu Zübeyde olabilir.
Hasan-ı Büzürg 1339'da Bağdat'a yerleşti
ve 1410'a kadar süren Celâyirliler sülâlesini kurdu. Mercan Camii bu dönemde
yapılmıştır. Kitabesinden anlaşıldığına göre Üveys'in kumandanı olan Mercan,
cami ile birlikte medreseyi Hasan-ı Büzürg'ün zamanında inşa etmeye başlamış
ve 1357'de Üveys'in zamanında bitirmiştir. Bu medresede Şafiî ve Hanefî fıkhı
okutulurdu. Günümüzde medreseye veya camiye ait olan sadece bir kapı
kalmıştır.
Bağdat Timur tarafından 795'te
(1392-93) ve 803'te (1401) olmak üzere iki defa işgal edildi. Birincisinde
şehir fazla zarar aörmedi. fakat ikincisinde halk sucsuz olarak öldürüldü ve
Abbâsîler'e ait mahalle ve binaların çoğu tahrip edildi. Bu Bağdat'ın kültür
hayatına indirilen ikinci ağır darbe idi. Ahmed Celâyir 1405'te Bağdat'a
dönerek Timur'un yıktığı duvarları, bazı binaları ve çarşıları tamir ettirmeye
çalıştıysa da zamanı çok kısa sürdü.
1410-1467 yıllan arasında Karakoyunlu
Türkmenleri'nin hâkimiyetinde kalan Bağdat daha sonra Akkoyunlular'ın eline
geçti. Bağdat bu Türkmen hanedanları zamanında daha geriye gitti ve bunların
kötü yönetimleri yüzünden önemli ölçüde zarar gördü. Halkın çoğu şehri
terketti. Sulama sisteminin harap olması sebebiyle seller yine pek çok zarara
yo! açtı. Makrîzî Bağdat'ın 1437'de harabe halinde olduğunu, ne bir cami ne
cemaat ne de bir çarşı kaldığını, kanalların tamamen kuruduğunu ve Bağdat'ın
şehir olmaktan çıktığını söyler. Buna ilâve olarak kabileciliğin
yaygınlığından ve kabile birliklerinin ülkenin hayatında karıştırıcı rol
oynamaya başladıklarından bahseder.
Bağdat 1508'de Safevî Hükümdarı Şah
İsmail'in yönetimine geçti ve buraya sahip olmak isteyen Osmanlılar'la
İranlılar arasında bir mücadele başladı. Şah İsmail'in emri üzerine, Ebû
Hanîfe ve Abdülkâdir-i Geylânî türbeleri başta olmak üzere Sünnîler'e ait pek
çok türbe tahrip edildi ve birçok Sünnî lider öldürüldü. Bununla beraber Şah
İsmail Mûsâ el-Kâzım için bir türbe yaptırdı ve Bağdat'a
"halîfetü'l-hulefâ" unvanıyla bir vali tayin etti. Birçok İranlı
tüccar Bağdat'a geldi ve ticarî faaliyetler arttı. Kürt lideri Zülfikar'ın
Bağdat'ı zaptedip Kanunî Sultan Süleyman'a tâbi olduğunu ilân ettiği kısa bir
devreden sonra Şah Tahmasb 1530'da ikinci defa Bağdat'ı ele geçirdi. Ancak
Kanunî Sultan Süleyman 1534'te Bağdat'a girdi.
BİBLİYOGRAFYA:
İbn Tayfur. Târîhu Bağdâd, Leipzig
1908; Ya'kübî, Kitâbü'l-Büidân, s. 31-38, 41-43, 82-84;
Taberî, Târîh (Ebü'1-Fazl), II, 274, 277; III, 278-279,
322; VI, 234-235,
265;
Cehşiyârî, Ki-tâbü'l-Vüzerâ' ue'l-küttâb,
Kahire 1938, s. 13;
EzdT, Hikâyetü Ebi'l-Kâsım
el-Bağdâdî (nşr. A. Mez], Heidelberg 1902;
Ebü Bekir es-Sülî.
Ahbârü'r-Râdî-Büiâh ue'l-Müttakî-Lillâh (nşr. H~ Dunne), Beyrut 1403/1983, s.
85-90, 131-134, 142-145, 194-200, ayrıca bk. İndeks; Te-nûtıî. Nişüâril'l-muhâdara
(nşr. D. S. Margo-liOUth), Kahire 1920, I; Damas 1348/1930, VIII;
Mes'ûdî, et-Tenbîh, VI, 454-459;
Hamza el-İs-fahânî. Târîhu sinî
mülûki'i-arz ue'I-enbiyâ', Beyrut, ts. (DSru Mektebeti'l-Hayât), s. 130;
Makdisî, Kitâbü'l-Bed' ue't-târîh, IV, 101; a.mlf., Ahsenü't-tekâsîm, s.
119-120, 121; İbn Mis-keveyh. Tecâribü'l-ümem (nşr. H. F. Amedroz], Bağdad
1332-33/1914-15, I, 74-75; Hatfb. Târîhu Bağdâd, I-XIV; Ahbârü'd-devteti's Selcûkiye,
s. 19, 20, 21, 23, ayrıca bk. indeks; İb-nü'1-Cevzf. Menâkıbü Bağdâd, Bağdad
1921, s. 7-8, 9-10, 11, 12-15; a.mlf., el-Muntazam, V, 21, 143, 144; VI, 3, 130, 140,
317-318İ Yâ-küt. Mu'cemu i-buldan, I, 678-679; II, 954; III, 613; IV, 254; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, V, 426-428; VIII, 85-86; XI, 152;
İbnü't-Tıktakâ, ei-Fahrî, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), s. 144, 145; ibn Halli-kân.
Vefeyât, II, 311;
Kazvînî, Aşârul-büâd, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), s. 313-328; İbntn-Fü-vatî,
et-Ha.üâdisü'1-câmi'a (nşr. Mustafa Ce-vâd), Bağdad 1351; EbüVFidâ, Târîh, İstanbul
1286/1869-70, I, 292; II, 3, 22, 27, 211; Müs-tevfî,
Nüzhetü'l-kutab (Strange), s. 44-47; İbn Battûta, Tuhfetun-nüzzâr, I, 140-141 ;
Makrîzî. KilAbü's-Sülük, III, 100; İbn Tağrîberdî,
en-Nücûmü'z-zâhire (Popper), I, 345; II, 16; III, 85, 270; V, 135; Münşî e!-Bağdâdî. Rihle (trc.
Abbas el-Azzâvî), Bağdad 1948; İskender Bey Münşî. Târth, I, 75; III, 695, 726
vd.; Sarre-Herz-feld, Archaologische Reise im Euphrat und Tigris-Gebiet, Berlin
1900, s. 35, 43, 45; M. Streck, Die Alte Lands haft Babyionien, Leiden 1900, I,
49-50; G. Le Strange, Baghdad during theAbbasid Caliphate, Oxford 1924; S. H.
Lon-grigg, Four Centuries of Modern Iraq, Oxford 1925; Mahmûd Şükrî el-Âlûsî,
Târîhu mesâci-di Bağdâd ve âşâruhâ, Bağdad 1346; R. Leyy, A Baghdad Chronİcie,
Cambridge 1929; D. S. Sassoon, History of the Jews in Baghdad, Letchworth 1949;
A. Sousa, Atlasu Bağdâd, Bağdad 1952; A. A. Duri, "Baghdâd", El2
(İng.), i, 894-908; H. Kennedy, "Baghdad", Elr., III,412'41 filim Abdülazız ed-Duri
II. OSMANLI
DÖNEMİ
Bağdat 1508'de Safevîler'in eline
geçmesinden Kanunî Sultan Süleyman tarafından 1534'te alınmasına kadar Safevîler'le
Osmanlılar arasında uzun mücadelelere sahne oldu. Ticaret yollan üzerinde
bulunması, Osmanlılar'ın Avrupa ile mücadelesinde Bağdat'ı ön plana çıkardı.
Nitekim Avrupa'yı ekonomik baskı altına almak isteyen Osmanlı Devleti Anadolu
ve Karadeniz ticaret yollarına sahip olduktan sonra Basra'dan Bağdat'a, oradan
da Suriye'ye uzanan hattı ele geçirmek için faaliyete geçti.
Şah İsmail'den sonra tahta geçen I.
Tahmasb devrinde Bağdat Muslu kabilesinden Zülfikar Han'ın nüfuzu altına
girdi. Zülfikar Han Kanunî adına hutbe okutup para bastırdı ve ona bağlılığını
bildirmek üzere elçiler gönderdi. Bunun üzerine I. Tahmasb 1529'da Zülfikar Han'ı cezalandırmak
İçin ordusu ile şehir civarına geldi. Zülfikar Han müdafaa tertibatı aldıysa
da Tahmasb tarafından elde edilen kardeşlerinin ihaneti sonucu yakalanarak
idam edildi ve bu şekilde Bağdat tekrar Safevîler'in eline geçti. Şerefeddin
oğlu Tekeli Mehmed Han Bağdat valiliğine tayin edildi.
Kanunî Sultan Süleyman Irakeyn Seferi'nde
Tebriz'i fethedip Irak'a yürüdüğü sırada Mehmed Han kendisine karşı oluşan
muhalefet yüzünden Bağdat'ı terketmek zorunda kaldı. Bunun üzerine halk şehrin
anahtarlarını veziriazam Makbul İbrahim Paşa'ya teslim etti. İbrahim Paşa
Bağdat'a girdi, ancak yağmaya meydan vermemek için askeri şehir dışında
tuttu. Kanunî de 24 Cemâziyelevvel 941'de (1 Aralık 1534) şehre girdi. Fuzûlî
bu fetih için, "Geldi burc-ı evliyaya pâdişâh-ı
nâmdâr" mısraı ile tarih düşürmüştür. Padişah Bağdat'ta kaldığı dört
ay içinde Kâzımiye'de Safevîler tarafından yapımına başlanan ve yarım kalmış
olan camiyi tamamlattığı gibi Abdülkâdir-i Geylânî'nin cami ve türbesi için
zengin vakıflar kurdu. İmâm-ı Âzam'ın mezarını buldurup burada türbe, cami ve
medrese inşa ettirdi. Ayrıca Âzamiye Kalesi'ni yaptırarak Bağdat'tan
dönüşünde buraya Diyarbekir eski beylerbeyi Süleyman Paşa'yi vali tayin etti ve
şehrin muhafazası için yeteri kadar kuvvet yerleştirdi.
29 Mayıs 1555'te Amasya Muahedesi
ile hukuken Osmanlı Devleti'ne bağlı olduğu kabul edilen Bağdat'ta I. Ahmed
devrine (1590-1617) kadar bazı aşiret ayaklanmaları dışında önemli bir hareket
görülmemektedir. 1. Ahmed devrinde ise Celâlîler'den bölükbaşı Tavîl Ahmed ve
oğlu Mehmed isyan etmiştir. Bu isyanları bastırmaya Nasuh Paşa gönderilmiş,
paşa önce Tavîl Ahmed'e, sonra oğluna mağlûp olmuşsa da Mehmed bir tekke banisi
olan Mehmed Çelebi adında biri tarafından öldürülmüş, yerine geçen kardeşi
Mustafa'nın isyanı da Cigalazâde Mahmud Paşa tarafından bastırılmıştır.
1. Ahmed'den sonra merkezî otoritenin
sarsılması sebebiyle Bağdat'ta yeniden isyanlar çıktı. Bu isyanların elebaşılarından
yeniçeri zabiti Bekir Subaşı ile azebler ağası Mehmed Kanber devleti en çok
uğraştıran âsilerdir. Bağdat valiliğinde bulunan Hafız Ahmed ve Kemankeş Ali
paşaların çabalarına rağmen eyaletin İran'a yakın bulunması ve Safevîler'in işe
karışmaları yüzünden isyanlar kolayca bastınlamadı. Hatta bir ara Bekir Subaşı
Şah Abbas'la münasebet dahi kurdu. Ancak bu sırada Bekir Subaşı ile Mehmed
Kanber arasında doğan rekabet ve nüfuz mücadelesi, Mehmed Kanber'in Bağdat
Beylerbeyi Yûsuf Paşa ile birlikte Bekir Subaşı taraftarlarını ortadan
kaldırmak istemelerine yol açtı. Bu arada Yûsuf Paşa'nın ölümü iç kalenin
âsilerin eline geçmesine sebep oldu ve bunun üzerine Diyarbekir Beylerbeyi
Hafız Ahmed Paşa Bağdat'a gönderildi. Ahmed Paşa Bağdat üzerine yürürken bir
taraftan da Şah Abbas'la yakın temasa geçen Bekir Subaşı'nın beylerbeyiliğe
tayinini istedi ve bu teklif devlet tarafından da uygun bulundu. Nitekim
Bekir Subaşı'ya yardıma gelen İran'ın Hemedan beylerbeyi Safî Kulı Han Hafız
Ahmed Paşa'nın Bağdat'tan çekilmesini, aksi halde iki devlet arasındaki barışın
bozulacağını bildirdi; bunun üzerine Hafız Ahmed Paşa Bekir Subaşı'yı acele
olarak beylerbeyi tayin etti ve Bekir Subaşı da İran taraftarlarını şehirden
kovdu. Şehri teslim almaya gelen, ancak aldatıldığını anlayan Şah Abbas, 1623
Temmuzunda ordusunu Bağdat üzerine sevkederek şehri kuşattı. Bu durum karşısında
Bekir Subaşı Osmanlı Devleti'nden yardım İstemek zorunda kaldı. Üç ay müddetle
muhasara edilen Bağdat'ta kıtlık başladı ve bu arada Bekir Subaşı öldü. Şah
Abbas'ın kendisine Bağdat valiliğini vaad ettiği oğlu Derviş Mehmed ise bu
vaade aldanarak müdafaa etmekte olduğu iç kaleyi Safevîler'e teslim etti (28
Kasım 1623]. Şah Abbas verdiği sözün aksine Sünnî halka büyük zulüm yaptı ve
katliamda bulundu: İmâm-ı Âzam ve Abdülkâdir-i Geylânî türbelerini tahrip
ettirerek cami ve medreseleri ahır haline getirdi. Katliamdan kurtulan Sünnîler
ise Bağdat'tan sürüldüler. Osmanlı Devleti. IV. Murad'ın çocuk yaşta bulunmasına ve
İstanbul'da karışıklıklar çıkmış olmasına rağmen şehri kurtarmak için harekete
geçti. Hafız Ahmed Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu 13 Kasım 1625'ten 3
Temmuz 1626'ya kadar Bağdat'ı kuşatma altına aldı. İranlılar şehri tam teslim
edecekken Osmanlı ordusunda çıkan hastalık ve ayrıca yorgunluk bu teslimi
engelledi. Bağdat, Şah Abbas'ın halefi Şah Safî zamanında 1629'da İran seferine
çıkan Sadrazam Boşnak Hüsrev Paşa tarafından ikinci defa muhasara edildiyse de
kırk gün süren bu kuşatmadan da bir sonuç alınamadı. Bu arada Bağdat valisi
bulunan Safî Kulı Han ölmüş, yerine zevk ve safaya düşkün bir kimse olan
Bektaş Han getirilmişti. Bunun zamanında Bağdat'ta çıkan veba salgını şehirde
kitle halinde ölümlere sebep oldu.
Bağdat 15 Ekim 1638'de başlayıp kırk
gün süren bir kuşatma sonucu yeniden Osmanlı idaresine girdi. Osmanlı Sadrazamı
Tayyar Mehmed Paşa'nın şehid düştüğü bu muhasara sırasında şehir büyük ölçüde
harap olduğundan IV. Murad şehrin ele geçirilmesinden sonra binaları tamir
ettirdiği gibi İranlılar tarafından tahrip edilen İmâm-ı Âzam'ın türbesini onartıp
Dicle'ye set inşası ve bazı mahallere su getirtilmesi gibi faaliyetlerde de
bulundu. IV. Murad
Bağdat'ta iki ay kaldıktan sonra beylerbeyiliğe Küçük Hasan Paşa'yı getirerek
İstanbul'a döndü. Kasrışîrin Antlaşması"yla da İranlılar Bağdat'ın Oşmanlılar'a
ait olduğunu kabul ettiler. Bundan sonraki Bağdat valileri Musul'dan Basra'ya
kadar olan sahada devlet otoritesini sağlamakla uğraştılar. Meselâ valilerden
Kara Mustafa Paşa, Basra Valisi Hüseyin Paşa'nın isyanını bastırarak asayişi
temin etti (1667). Ancak Basra önce Müntefik aşireti şeyhi Ma'nrnin, ardından
da Hüveyze Hanı Ferecullah'in hâkimiyetine girdi, bir. süre sonra ise
İranlılar'ın eline geçti. Osmanlı Devleti 1683'te başlayan ve 1699'a kadar
devam eden Avusturya, Rusya, Prusya ve Venedik savaşları dolayısıyla bölgeye
yeteri kadar ilgi gösteremedi. Savaşın sona ermesinden sonra ise Bağdat Valisi
Daltaban Mustafa Paşa'nın seraskerliğinde düzenlenen seferle Kurna ve Basra
yeniden Osmanlı idaresine girdi.
1704'te valiliğe getirilen Eyübi Hasan
Paşa ve oğlu Ahmed Paşa'nin valilikleri Bağdat'ta yeni bir dönemin başlangıcı
oldu. Haşan Paşa on dokuz yıl süren valiliği sırasında bölgede huzursuzluklar
çıkaran âsi aşiretleri sindirerek asayişi sağladı. Şehre giren yiyecek maddeleri
üzerinden alınmakta olan vergileri de kaldırarak halkın sevgisini kazandı.
Enderun'da yetiştiği için Bağdat'ta Osmanlı sarayı teşkilâtına benzer bir teşkilât
kuran Hasan Paşa has oda, hazine ve kiler odaları ile bir mektep kurdu. Satın
aldığı Abaza, Gürcü ve Çerkeş kölelerle bazı eşraf çocuklarını sarayda eğitti.
Daha sonra bunlar önemli mevkilere geldiler. Bağdat'ta huzur ve güveni sağlayan
ve bu sırada İran'la başlayan savaşlarda serasker bulunan Hasan Pa-şa'nın
vefatı üzerine Bağdat valiliği ve ordu kumandanlığı oğlu Ahmed Paşa'ya verildi.
Babasının siyasetini sürdüren Ahmed Paşa bir yandan İran'a karşı başarıyla
mücadele ederken bir yandan da Bağdat'a saldıran Benî Cemîl kabilesini
cezalandırdı.
1733'te Nâdir Şah tarafından kuşatılan
Bağdat, Ahmed Paşa'nın şiddetli mukavemeti sonucu yedi ay dayandıktan sonra
Topal Osman Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunun 20 Temmuz 1733'te Nâdir
Şah'ı mağlûp etmesi üzerine muhasaradan kurtuldu. Ancak Nâdir Şah çıktığı
Hint seferinden dönüşünde Bağdat'ı tekrar kuşattı (1743) ve Kerkük'ü
zaptetti. 1746'da imzalanan Osmanlı - İran antlaşmasında Bağdat yine
Osmanlılar'da kaldı. Ahmed Paşa'nın 1747'de ölümünden sonra Bağdat valileri
çıkan isyanları bastırmakla uğraştılar.
Ahmed Paşa'nın Ölümünden sonra azatlı
kölesi ve damadı Adana Valisi Süleyman Paşa Bağdat valisi oldu (1749). Bunun
zamanında Arap kabileleri itaat altına alındı, Irak'ta emniyet ve asayiş
sağlandı ve memlûklu yönetimi iyice yerleşti. Süleyman Paşa'nın Bağdat'ta büyük
ölçüde taraftar bulması üzerine Osmanlı Devleti bundan sonra burada kendi
istediği birini değil, nüfuz ve idareyi ellerine geçirmiş olan kölemenlerden birini
tayin etmek mecburiyetinde kaldı. Bu sebeple Süleyman Paşa'dan sonra 1762'de
kethüdası Ali, 1764'te de yine kethüdalardan Ömer Paşa vali tayin edildi. Bu
arada 1772'de çıkan veba salgını halkın büyük kısmının ölümüne ve sağ
kalanların Bağdat'ı terketmelerine yol açtı. Bu karışık durumda memlükler arasındaki
çekişmeleri fırsat bilen İranlılar Basra'yı ele geçirdi ve Basra mütesellimliğine
kölemenlerden Süleyman Ağa getirildi. Bu durum İran serdarı Zend Kerim Han'ın
ölümüne kadar devam etti. Onun ölümü üzerine Basra mütesellimi bulunan
Süleyman Ağa Osmanlı Devleti'ne başvurarak Basra eyaleti valiliğini istedi.
Osmanlı Devleti Süleyman Paşa'ya Basra valiliğini verdikten başka ilâve olarak
Bağdat ve Şehrizor eyaletlerini de bağladı. "Büyük" lakabı ile
anılan Süleyman Paşa Bağdat ve Basra valisi olunca daha önceki karışık durumdan
faydalanarak isyan eden âsi kabileleri cezalandırdı, ayrıca Bağdat'ta büyük bir
imar faaliyetine başladı, ticaret ve ziraatı teşvik etti. Merkezî hükümetle iyi
geçindi ve Mısır seferi için 2000 kese yardımda bulundu. Ancak Bağdat'ta vuku
bulan ikinci bir veba salgını ve Vehhâbi saldırısı bu gelişmelere engel oldu.
Büyük Süleyman Paşa'nın 8 Ağustos
1802'de ölümü üzerine yerine Ebû Gaddâre Ali Paşa tayin edildi. Ali Paşa Şam
Valisi Azmzâde Abdullah Paşa ile Vehhâbîler üzerine sefere çıkmak için görevlendirildiyse
de bu sefer gerçekleştirilemedi.
Ali Paşa'nın katlinden sonra Osmanlı
Devleti Bağdat'taki kölemen yönetimine son vererek valiliğe Yûsuf Ziya Paşa'yı
getirmek istedi. Ancak Fransız elçisi Sebastiani'nin araya girmesi bu teşebbüsün
gerçekleştirilmesine engel oldu ve valiliğe yine kölemenlerden Küçük Süleyman
Paşa tayin edildi. Fakat kısa bir süre sonra İcraatının hoşa gitmemesi, Vehhâbîliğe
meyletmesi ve Bağdat muhallefât*ını göndermemesi, Osmanlı Devleti ile arasının
açılmasına sebep oldu. Bağdat'a gönderilen ve Süleyman Paşa ile görüşen Halet
Efendi bir sonuç alamayınca topladığı kuvvetlerle Bağdat üzerine yürüdü,
ayrıca el altından şehirde bir de isyan çıkarttı. Fakat yapılan savaşta
yenildiyse de ertesi gün Süleyman Paşa'nın kuvvetleri dağıldı: Süleyman Paşa
ise sığındığı bedevi tarafından Öldürüldü. Bağdat'a giren Halet Efendi valiliğe
kölemenlerden Abdullah Ağa'yı (Paşa) getirdi. Fakat Abdullah Paşa'nın bir
müddet sonra Süleyman Paşa'nın oğlu Said Paşa ile yaptığı savaşta yenilmesi ve
öldürülmesi üzerine (1813) Bağdat, Basra ve Şehrizor vezir payesine yükseltilen
Said Paşa'ya verildi. Ancak Said Paşa'nın bazı uygunsuz hareketleri azledilmesine
sebep oldu ve Haiep'e sürüldü. Yerine eniştesi Dâvud Efendi (Paşa) getirildi
(1817). Kölemenli Dâvud Paşa'nın on beş yıl süren valiliği sırasında Bağdat
büyük gelişme gösterdi. Asayiş sağlandı, çeşitli hayrat eserleri tesis edilip
kumaş imalâthaneleri açıldı.
Avrupa'dan getirtilen ustalar sayesinde sanayide önemli ilerlemeler
sağlandı; ziraî borçların silinmesiyle ziraatın gelişmesine yardımcı olundu.
Bu arada Dâvud Paşa, meydana getirdiği ve I. Napolyon'un eski yaverlerinden
Deveaux'ya tâlim ettirdiği 10.000 kişilik piyade ve topçu kuvveti sayesinde
Basra yöresine tecavüz eden Müntefik Şeyhi Hammûd'u bertaraf etti. Öte yandan
1821'de başlayan İran savaşlarında da önemli başarılar kazandı.
Kölemenlerin Dâvud Paşa ile yeniden
kuvvet kazanması, imparatorluk içindeki mütegallibeyi ortadan kaldırmak isteyen
II. Mahmud'un
siyasetine ters düşmekteydi. Ayrıca 1827-1829 Osmanlı-Rus savaşı için talep
edilen parayı göndermeyip devletin buradaki nüfuzunu temsil eden şıkk-ı
evvel" defterdarı Sâdık Efendi'yi de öldürtünce Dâvud Paşa âsi ilân
edildi. İngiliz elçisinin aracılığına rağmen tenkili için Halep Valisi Ali
Rızâ Paşa görevlendirildi. Ali Rızâ Paşa öncü olarak gönderdiği Kasım
Paşa'nın öldürülmesi üzerine Bağdat'ı kuşattı. Doksan gün süren kuşatma
sonunda Ali Rızâ Paşa halkın açtığı kapılardan şehre girdi ve hemen bütün
kölemenler yakalanıp idam edildi. Sadece on beş kadarı saklanıp kurtulabildi.
Dâvud Paşa ise devlet tarafından affedildi.
Dâvud Paşa'dan sonra on altı yıl süreyle
Bağdat valiliğini Ali Rızâ Paşa yürüttü. Ondan sonra Necib, Nâmık, Gözlüklü
Resid, Takıyüddin ve Midhat paşalar Bağdat valiliğinde bulundular. Bunlardan
1869-1872 yılları arasında vali olan Midhat Paşa, Degare meselesi denilen
önemli urban isyanını bastırdığı gibi Necid'i de itaat altına alarak Bağdat
vilâyetine bağladı. Bağdat onun zamanında büyük bir gelişme göstererek modern
bir hüviyet kazandı. Haikın refahı sağlandı, şehrin çevresindeki surlar
yıkıldı, kuzeyden güneye doğru büyük bir cadde yapıldı, sokaklar genişletildi.
I, Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru ikinci bir cadde açılmasına başlandı,
fakat savaş sonrasında Osmanlı kuvvetlerinin şehirden çekilmesi üzerine cadde
İngilizler'ce tamamlandı. 1888'den itibaren ise şehir Bağdat demiryolu ile
Anadolu ve İstanbul'a bağlandı.
Bağdat Lozan Antlaşmasfna kadar
hukuken Osmanlı Devleti'ne bağlı kaldı. Irak'ın 23 Ağustos 1921'de bir krallık
haline gelmesi üzerine ise bu devletin merkezi yapıldı.
400 yıla yakın bir süre Osmanlı idaresinde
kalan Bağdat'tan seyahatnamelerde kervanların buluşma yeri, Arabistan, İran
ve Türkiye için önemli bir ticaret merkezi olarak bahsedilmektedir. Bu
seyahatname yazarlarından Caesar Frederigo 1563'te şehirde pek çok tüccar
gördüğünü; Sir Anthony Sherley her türlü malın kaliteli ve çok ucuza bulunduğunu,
nehir üzerinde kalın zincir ve demirlerle birbirine bağlanmış, gerektiğinde
açılabilen kayıklardan bir köprü yapılmış olduğunu anlatmaktadır (1590).
Rauvvolf ise sokakların dar ve evlerin sağlıksız olduğunu, paşanın ikametgâhı
ile devlete ait binalar dışında birçok binanın harabe halinde bulunduğunu belirtir
(1574|. Ayrıca hamamların iyi bir durumda bulunmadığını, şehrin batı kesiminin
etrafı açık büyük bir köy görünümünde olduğunu, doğusunun ise sağlam bir
duvar ve hendeklerle çevrili bir halde bulunduğunu yazar. Seyyahlardan John
Eldred de 1S83'te Bağdat'ta Arapça, Farsça ve Türkçe konuşulduğunu kaydetmektedir.
Portekizli Pedro Texaira Doğu Bağdat'ta 20-30.000 ev ile bir darphâne
bulunduğunu, okçuluk ve tüfekçilik okullarının yer aldığını ifade etmektedir
(1604]. Ayrıca Tavernier, Evliya Çelebi ve Thevenot gibi XVII. yüzyıl
seyyahları da Bağdat hakkında bilgi vermektedirler. Bunlardan Evliya Çelebi,
Doğu Bağdat'ın etrafını çeviren surun yarım daire biçiminde ve 60 zira (arşın)
yüksekliğinde olduğunu belirtmektedir. Kalenin kara tarafında 118. nehir
tarafında ise kırk beş kule bulunmakta ve İmâm-ı Âzam, Karanlık Kapı, Ak Kapı
ve Köprü Kapısı adlarında dört kapı yer almaktaydı. Evliya Çelebi surun
uzunluğunu normal yürüyüşle 28.800 adım (yaklaşık 7 mil), Kâtib Çelebi ise
12.200 zira olarak belirtmektedir. 1853'te Bağdat'a gelen Fe!ix Jones da daire
şeklinde tasvir ettiği ve Dicle'den getirilen su ile doldurulmuş hendeklerle
çevrili olduğunu söylediği Doğu Bağdat surlarını 10.600 yard (yaklaşık 6 mil)
uzunluğunda gösterir.
Kanunî Sultan Süleyman devrinde düzenlenmiş
tahrir defterine göre (1544) Bağdat'ta çeşitli sosyal tesislere ve şahıslara
ait kırk dört vakıf bulunuyordu (BA, 7D, nr. 386, s. 222-241). Bunlardan Danyal
Peygamber Mezar ve Camii, Huzeyfetü'l-Yemânî Alemdar Mezarı, Ev-iâd-ı İmam
Hasan Mezarı, Mercâniyye Dârüşşifa ve Medresesi, Müstansıriyye Medresesi,
Câmi-i Kebîr, Cihan Şah Padişah, Zâviye-i Cemşîd Bey, Mezâr-ı İmam Abdullah,
Makam-ı Hızır Nebî, Makam-ı Seyyid Abdurrahman b. Zeynüddin, Mezâr-ı bint-i
Ümmü Külsûm, Şeyh Necîbüd-din Sühreverdî, Şeyh Şehâbeddin Sühreverdî, Hz. Ali
makamı, Kameriyye Camii, Haydarhâne, Vefâiyye Medresesi. Ribât Medresesi,
Yamanca Hatun Medresesi, İsmâiliyye Medresesi vakıfları en tanınmış
olanlardır.
Sözü edilen bu kırk dört vakfın 1544
yılı geliri toplamı 384.874 akçeye ulaşmaktaydı. XVI. yüzyılda
önemli vakıf gelirine sahip bu gibi eserlerin XVII. yüzyılda da mevcut olduğu, Evliya
Çelebi'nin bunlarla ilgili kayıtlarından anlaşılmaktadır. Nitekim Evliya
Çelebi pek çok cami ve han bulunduğunu söylediği Bağdat'ta dokuz caminin ismini
zikretmekte, ayrıca sekiz kilise, üç sinagog, 700 tekke ve 500 hamamdan
bahsetmektedir. Öte yandan IV. Murad dönemine (1623-1640) ait bir
tahrir defterinde Hz. Ali ve İmam Hüseyin evkafının 1.365.044, İmâm-ı Âzam
evkafının 48.850, Şeyh Ab-dülkâdir-i Geylânî evkafının 79.250, Sei-mân-ı Fârisî
evkafının 13.413, Kanber Ali evkafının 11.697 ve Şeyh Câkir evkafının 57.796,
Müstansıriyye Medresesi evkafının 21.662, Şeyh Şehâbeddin Sühreverdî
evkafının 85.519, Mercâniyye Medresesi evkafının 95.110 akçe geliri bulunmaktaydı
(BA, TD, nr. 1028, s. 8-11). Bunlardan bugün halen üniversite olarak eğitim
veren Müstansıriyye Medresesi'nde yılda öğretime 708, imamete 1062, müezzinliğe
708. hitabete 354, ferrâşa 354, talebelere 2124, nezârete 531 ve tevliyete de
384 akçe olmak üzere toplam 12.951 akçe ücret kaydedilmiştir. Bu dönemde
Bağdat'ın etrafının hurma bahçeleriyle çevrili olduğu da belirtilmektedir.
Nitekim Bağdat şehri civarında 7232, vilâyette ise 305.253 hurma ağacı
bulunmaktaydı.
İslâm medeniyetinin en önemli merkezlerinden
biri olan, ancak Osmanlılar'a geçmeden çok önce bu özelliğini kaybeden
Bağdat'ta Osmanlılar döneminde yeniden az da olsa ilim ve edebiyat sahasında
ün kazanmış şahsiyetler yetişmiştir. Nitekim Kanûnf nin Bağdat'ı fethettiği
sıralarda burada bulunan ünlü Türk şairi Fuzûlî Osmanlı hükümdarı ve bazı
devlet adamları hakkında kasideler yazmış, ondan sonra oğlu Fazli de Türk
edebiyatının seçkin simalarından biri olarak şöhret kazanmıştır. Yine meşhur
divan şairi Ruhî ile Gülşen-i Şuarâ adıyla bir tezkire yazan Ahdî Bağdat'ın
önemli şairlerindendir. Bunlardan başka Zihnî, Zâyiî, Aziz, İlmî ve Bağdat Mevlevîhanesi
şeyhliğinde bulunmuş olan Yahya Dede, Gülşen-i Hulefâ müellifi Murtaza ile son
devir Türk şairlerinden Ahmed Hâşim de Bağdatlıdırlar.
Osmanlılar tarafından fethinden sonra
Bağdat ve civarının tahriri yapılarak şehir yeni bir eyaletin merkezi halinde
teşkilâtlandırıldı. 1560'larda eyalete yirmi dokuz sancak bağlıydı. 1578-1588
listelerine göre Bağdat eyaleti yirmi iki sancaktan ibaretti ve bazı
sancakları yeni teşkil edilen Rakka eyaletine bağlanmıştı. Ayrıca eyalete
bağlı sancaklardan Musul ve Deyrürahbe beylerbeyilik haline getirilmişti. Bu
sırada başlıca sancaklarını Erbil, Hille, Zengâbâd, Semevât, Kerkük,
Cessânbedre.-Harîrdîvîn, Bayat, Rû-mâhiye, Derteng, Cevâzir, Vâsıt, Kasrışîrin
teşkil ediyor, İmâdiye ise yarı müstakil hükümet statüsünde eyalete bağlı
bulunuyordu. Ayn Ali Efendi ise Bağdat eyaletinin on sekiz sancağa ayrıldığını,
bunların yedisinde timar ve zeamet sisteminin uygulandığını, diğer on bir sancağın
ise "arz-ı hâliye-i Irak" olarak adlandırıldığını, İmâdiye'nin kendi
hâkimi tarafından tasarruf edildiğini yazar. Timar sisteminin uygulandığı
sancakların ise Hille, Zengâbâd, Cevâzir, Rûmâhiye, Cengûle, Karatâk olduğunu
belirtir. Sâl-yâne'li eyaletlerden olan Bağdat eyaletinin yıllık geliri 14 yük
(1.400.000) akçe idi. Eyalette beylerbeyi, kadılar, yeniçeri, cebeci ve hisar
ağalan, topçubaşı, hazine ve timar defterdarları, gümrük emini gibi yüksek
devlet memurları da görev yapıyordu. Her yıl merkezden gönderilen kapıkulu
askerleri Bağdat'ın iç kalesinde otururlardı. Safevîler'in eline geçtikten
sonra eyalet sistemi dağıldı, ancak IV. Murad tarafından yeniden zaptı ile
eski teşkilâtın kurulmasına çalışıldı. Bu dönemde Bağdat eyâleti Mendslîcan Kerkük,
Dükuk, Cevâzir. Hille ve Rûmâhiye adlı timar sisteminin uygulandığı altı
sancağa ayrılmıştı. XVII. yüzyılın ortalarında ise eyalet, bir kısmında timar
sisteminin uygulandığı, diğerlerinde uygulanmadığı yirmi beş sancaktan ibaret
bir durumdaydı. Büyük Süleyman Paşa'nın Bağdat eyaleti valiliğine tayininden
sonra (1779) Basra ile Şehrizor sancakları da buraya ilâve edilerek uzun bir
süre bu yöreler Bağdat eyaleti içinde yer aldı. Kölemen idaresinin son
bulmasından sonra Irak'ın doğrudan merkeze bağlanması ile Basra, Şehrizor ve
Musul ayrı vilâyet haline getirildi ve daha sonra Bağdat vilâyeti sadece
Dîvâniye ve Kerbelâ'dan ibaret kaldı. Bağdat 1857'-de yeni kurulan 6. Ordu'nun,
daha sonra ise 13. Kolordu'nun merkezi oldu. V. Cuinet, Bağdat merkez sancağına
bağlı Horasan, Aziziye, Hânikîn, Mendeli, Sâmerrâ, Cezîre, Delim, Kûtül'amâre,
Kâ-zımiye ve Âne adlarında on kazası bulunduğunu ve sancakta 340.800 müslüman,
7000 hıristiyan, 52.200 de yahudi nüfusun yer aldığını kaydeder.
BİBLİYOGRAFYA:
BA, TD, nr. 386, s. 222-241; nr.
1028, s. 8-11, 225-242; Bağdad Salnamesi, Bağdad 1309, s. 209; Feridun Bey,
Münşeat, II, 406;
Selânikî, Târih [İpşirlü, il, 745; Ayn Ali, Kauânîn-i Al-İ Osman, s. 8, 36;
Peçuylu İbrahim, Târih, I, 206 vd.; Kâtib Celebi. Cihannümâ, s. 409, 459 vd.;
a.mlf.. Fezleke, II, 129; Solakzâde, Târih, s. 486 vd.; Thevenot, Reiaüon
d'un ooyage au Leuant, Paris 1658, s. 576-592; Evliya Çelebi, Seyahatname, 1,
186, 193; II, 404 vd.; IV, 416, 419;
Naîmâ. Târih, III, 47;
Silâhdar, Târih, I, 399, 473; Nazmizâde Murtaza, Gülşen-i Hule-fS, İstanbul
1143, vr. 73, 79, 89, 135; Râşid, Târih, l-ll, tür.yer.; Küçük Çelebizâde Asım,
Târih, İstanbul 1282, tür.yer.; Cevdet, Târih, II, 52-61; III, 278; Vâsıf, Târih, I, 211; Lutff, Târih,
III, 132 vd.; VIII, 165; Hâvî,
Deuhatü't-uü-zerâ*. Bağdad 1246, s. 49, 118, 164 vd.; J. Porter, Turkey its
Hislory and Progress, Lon-don 1854, II, 43-293; Ahmed Hamdi, Üsûl-İ
Coğrafya-i Kebîr, İstanbul 1292, s. 352; Cuinet, lil, 87, 90; Mehmed Emin,
Bağdad oe Son Hâ-dise-i Ziyâı, İstanbul 1338-41, Giriş; İ. Metin Kunt Sancaktan
Eyalete (1550-1650), İstanbul 1978, s. 145-146, 165-166, 195; J. B. Ta-vernier.
Les Six Voyages en Turquie, en Perse et aux Indss (nşr S. Yerasimos), Paris
1981, I, 303 vd.; L. Bouvat, "Le Vilayet de Bağdad et son organisation
administrative", RMM, XXIII (1913), s. 240-267; Robert Mantran.
"Bağdad a ]'Epoque Ottomane", Arabica, IX, Leİden 1962, s. 311-324; Yusuf
Halaçoğlu, "Midhat Paşa'nm Necid ve Havalisi ile İlgili Birkaç
Lâyihası", TED, sy. 3 (1973), s. 150-152; İlhan Şahin, "Tımar Sistemi
Hakkında Bir Risale", TD, XXXII (1979), s. 920; C. Baysun.
"Bağdad", İA, il, 203-211. Yusuf Halaçoğlu
III. KÜLTÜR ve
MEDENİYET
Kuruluşunu takip eden yıllardan
itibaren her alanda hızlı bir gelişmeye sahne olan Bağdat III -IV. (IX-X) yüzyıllarda
İslâm dünyasının en büyük şehri, en önemli ilim, kültür ve medeniyet merkezi
haline geldi. Artan ticaret, servet ve refaha paralel olarak ilim, edebiyat ve
sanatta da ciddi gelişmeler oldu. Bağdat'ta bizzat halife ve vezirlerin himaye
ve teşvikleriyle kurulan müesseselerde ilim, kültür ve sanatta en önde gelen simalar
yetişmiştir. İslâm kültür ve medeniyetine damgasını vuran Bağdat aynı zamanda
Avrupa medeniyetinin doğuşuna da zemin hazırlamıştır.
Çeşitli dillerden Arapça'ya yapılan
tercümelerin İslâm medeniyeti tarihinde önemli bir yeri vardır. Emevîler
devrinde başlayan bu tercüme faaliyetleri Abbasîler döneminde daha sistemli
bir şekilde sürdürüldü; böylece hilâfet merkezi Bağdat, kuruluşunun üzerinden
henüz bir asır bile geçmeden özellikle Hint ve İran menşeli eserlerin tercüme
edildiği, Güney Avrupa'yı Ortadoğu ve Yakındoğu ile bütünleştiren bir merkez
oldu ; medeniyet ve kültür hareketlerinde önemli bir mevki işgal etti.
Helenizm'in iki büyük merkezinden biri
olan Cündişâpûr Akademisi'ndeki Süryânîler, Hintliler, Harranlılar ve Nabatıler,
Halife Hârûnürreşîd ve Bermekîler'in teşvikiyle Bağdat'a gelerek buradaki tercüme
faaliyetine katıldılar. Cündişâpûr Akademisi'ne mensup bilginler Bağdat'ta
İran ve Hint asıllı bilginlerle bir araya geldiler, yeni bir ilmî faaliyet
başlattılar. Yunanca, Pehlevîce, Latince, Sanskritçe, Nabatîce ve Süryânîce
yazılmış birçok eser Arapça'ya çevrildi. Bunun sonucu olarak Arapça sadece
Kur'an ve şiir dili olmakla kalmayıp aynı zamanda felsefe ve ilim dili haline
geldi. Tercüme faaliyetleri, Hârûnürreşîd tarafından Bağdat'ta kurulan ve
Me'mûn zamanında tam teşekküllü bir kurum haline getirilen Beytülhikme
sayesinde oldukça hızlandı ve daha sonraki birkaç halife zamanında da devam
etti. Başlangıçta bir tercüme bürosu ve kütüphane olarak faaliyet gösteren
Beytülhikme daha sonra özellikle felsefe ve pozitif bilimlerin araştırıldığı
bir merkez haline geldi. Beytülhikme örnek alınarak yüksek düzeyde İlmî
araştırmalar yapacak bir merkez de Kayrevan'da kuruldu. Bu konuda Ağ-lebî
Hükümdarı 111. Ziyâdetullah'ı teşvik eden İbrahim b. Ahmed Riyâzî (ö. 298/ 910)
Bağdat'ta yetişmiştir.
IX-X. yüzyıllarda altın çağını
yaşayan tercüme faaliyetleri sonunda felsefe, mantık, matematik, tıp, zooloji,
botanik, kimya ve edebiyata dair eserler İslâm kültürüne kazandırıldı. Tercüme
edilen' eserler İskenderiye ve Cündişâpûr aka-demileriyle Hindistan ve Bizans
kütüphanelerinden temin ediliyordu. Seni b. Hârûn gibi ediplerin idaresindeki
bir heyet Arapça'ya tercüme edilecek eserlerin tesbit, temin ve ehliyetli
mütercimler tarafından çevrilmesi, tercümelerde dil ve üslûp birliğinin
sağlanmasıyla görevliydi. Bunları yazacak müstensihler hatta mücellitler bile
itina ile seçiliyordu. O devrin tanınmış mütercimleri arasında Ömer b.
Ferrûhân et-Taberi (ö. 200/ 815), Huneyn b. İshak (ö. 260/873) ve Sabit b. Kurre
el-Harrânî (ö. 288/901) sayılabilir. Ya'küb b. İshak el-Kindî de (o. 256/870
[?]) redaktör olarak çalışmıştır. İlim ve kültürün halifeler ve devlet adamları
tarafından himaye edilmesi üzerine çok sayıda ilim adamı ve mütercim Bağdat'a
akın ettiği gibi şehirdeki kâğıtçı ve kitapçıların sayısı da arttı; edebî münazara
ve toplantılar çoğaldı. Halkta kitaplara karşı merak ve ilgi başladı. Bununla
beraber müslümanlar sadece tercümeyle yetinmediler; hem dinî hem de din dışı
ilimleri sistematik bir şekilde ele alarak müstakil bir hüviyet kazandırdılar.
Böylece yeni bir medenî çevrede yükselme
ve gelişme İmkânı sağlanarak büyük âlim, filozof, düşünür ve edipler yetişti;
Bağdat dinî ve din dışı ilimler sahasında büyük bir merkez oldu. Bunlar
arasında cebirin kurucusu sayılan Mu-hammed b. Mûsâ el-Hârizmî (ö. 235/ 850),
İslâm felsefesinin ilk temsilcisi Kin-dî, astronomi âlimi Fergânî (111/IX. yüzyıl),
Ebû Ma'şer el-Belhî (ö. 272/886), tabip ve riyaziyeci Sabit b. Kurre el-Harrânî,
tabip, kimyacı ve filozof Ebû Bekir er-Râzî (ö. 313/925), astronomi âlimi
Bettânî (ö. 317/929), İslâm felsefesinin en ünlü iki siması olan Fârâbî (ö.
339/ 950) ve İbn Sînâ (ö. 428/1037), matematik, astronomi, coğrafya, jeoloji,
eczacılık vb. sahalardaki engin bilgisi ve araştırıcı zihniyetiyle Bîrünî (ö.
443/1051) ve çok yönlü bir ilim ve tefekkür adamı olan Gazzâlî (ö. 505/1111)
gibi âlimler, Câhiz (ö. 255/869), İbn Kuteybe (ö. 276/889) ve Müberred (ö.
285/898) gibi edipler yetişti.
Bağdat hakkında erken tarihlerden
başlayarak günümüze kadar pek çok eser yazılmış ve ilmî araştırmalar yapıl
mıştır. Bu hususta yazılan klasik
kaynakların başlıcaları şunlardır: İbn Tayfur Ahmed b. Ebû Tâhir (ö.
280/893), Kitâbü Bağdâd; Muhammed b. Ömer el-Ceâbî (ö. 355/966), Ahbâru Bağdâd ve
tabakâtü aşhöbi'l-hadîş; Hatîb el-BağdâdUö. 463/1071), Târîhu Bağdâd;
Hibetullah b. Mübarek (ö. 509/1116), Zeylü Târihi Bağdâd; Sem'ânî (ö. 562/
1167), Zeylü Târihi Bağdâd; İbnü'd-DÜ-beysî (ö. 637/1239), Zeylü Târihi
Me-dîneti's-Selâm Bağdâd; İmâdüddin Ebû Abdullah Muhammed b. Muhammed (ö. 597/
1200), Târîhu. Bağdâd; Bündârî (ö. 643/1245), Târîhu Bağdâd.
Bağdat'ın bir ilim ve kültür merkezi
olmasından sonra burada gelişen başlıca ilimler şunlardır:
Matematik. Hindistanlı bir seyyahın
Bağdat'a getirdiği astronomi ve matematiğe dair Sind-Hind adlı eser Halife
Man-sûr'un emriyle İbrahim el-Fezârî tarafından Arapça'ya tercüme edildi ve bu
sayede Hint rakamları İslâm dünyasında tanındı. Daha sonra Muhammed b. Mûsâ
el-Hârizmî ve Habeş el-Hâsib'in hazırladığı tablolar, sayıların bütün İslâm
ülkelerine yayılmasına vesile oldu. Hâriz-mî aritmetik ve cebirle ilgili
Hisâbü'l-cebr ve'l-mukabele adlı bir eser yazdı. İmrân b. Veddâh, Şihâb b.
Kesir ve Ebû Mansûr el-Bağdâdî burada yetişmiş meşhur matematikçilerdir.
Batlamyus'un el-Mecistî'sl ile Öklid'in Uşûîü'l-hendese's\ İranlı bilginlerin
yardımıyla Arapça'ya çevrildi. Bağdat'ta Benî Mûsâ b. Şâkir geometri alanında
önemli eserler verdi. Bu eserlerden Kîtâbü Macrifeti mesâ-hati'l-eşkâl
Latince'ye çevrilmiş, Fibo-nacci ile Thomas Bradwardine'yi etkilemişti. Haccâc
b. Ertât da Bağdat'ta geometri alanında tanınmış bir ilim adamıydı.
Tıp:Abbasî halifeleri, Selçuklu ve
Büveyhî hükümdarları Bağdat'ta tıbbın gelişmesi için yoğun bir gayret
sarfettiler, hasta haneler açarak tabipleri teşvik ve himaye ettiler. Bağdat bu
sayede önemli bir tıp merkezi oldu. Halife Mansûr Bağdat'ta körler için bir
hastahane. yaşlılar için de bir darülaceze kurmuş, Hârûnür-reşîd ise pratik tıp
eğitimi için bir hastahane yaptırmış ve burayı ilmî eserlerle
zenginleştirmiştir. Özellikle Hârûnür-reşîd devrinde tıp alanında başarılı çalışmalar
yapıldı. Kaynaklar tam teşekküllü ilk hastahanenin Hârünürreşîd tarafından
Bağdat'ta kurulduğunu ve meşhur hıristiyan hekim Cibrâîl b. Buhtîşû'un Cündişâpür'dan
buraya getirilerek başhekim tayin edildiğini kaydeder ki bu hastahane İslâm
dünyasında tıbbın gelişmesine zemin hazırlamıştır. Beytülhik-me'nin
kuruluşundan sonra ünlü hekim Hipokrat ve Galen'in eserleri de İslâm ilim
âlemine kazandırılmış, Cündişâpûr'-daki tıp merkezinin taşınmasından sonra
Bağdat dünyanın en önemli tıp merkezi haline gelmiş, hastahaneler öğrencilere
düzenli eğitim veren müesseseler olmuştur. Bunlar arasında Adudüddev-le'nin
yaptırdığı Bîmâristân-ı Adudî, Selçuklu Emîri Humâreveyh'in Tutuş adına
yaptırdığı Bîmâristân-ı Tutuşî ve Halife Muktedir - Billâh'ın yaptırdığı
Bîmâristân-ı Muktediri sayılabilir. Göz hekimi Yuhannâ b. Mâseveyh Bağdat'ın
önde gelen göz hastalıkları uzmanlarındandı. Daha sonra öğrencisi Huneyn b.
İshak Bağdat'ın sayılı hekim ve mütercimleri arasına girdi. Huneyn yaptığı
tercümelerle tıbbın uygulanması ve öğretimine de katkıda bulundu. Göz hastalıkları
dalında yazdığı kitap bu sahadaki en eski eserlerden biridir. Huneyn'in
çağdaşı olan Kindî felsefe yanında tıp ve eczacılıkla da uğraşmış, onun öğrencisi
Ebû Zeyd el-BelhîMeşdiihu'lebddin veleniüs adlı tıp, psikoterapi ve ahlâka dair
bir kitap yazmış, büyük astronomi bilginlerinden Sabit b. Kurre de eserlerinde
tıbbî konulara yer vermiştir. IX. yüzyılda Kuzey İran'dan Bağdat'a
gelmiş olan kayda değer ilk müslüman hekim Ali b. Rabben et-Taberî, tıp
alanında ilk sistematik eseri Firdevsü'l-hikme'yi yazmıştır. Ebû Bekir
er-Râzî de Rey'den Bağdat'a gelerek buradaki hastahanede başhekim olarak
çalışmıştır. Râzî'den sonra tabip Ali b. Abbas el-Mecüsî Bağdat'ta
Bîmâristân-ı Adudî'de başhekim olarak hizmet etmiştir. IV. (X.) yüzyıla kadar
ilim ve medeniyet merkezi olarak kalan Bağdat'ta VI. (XII.) yüzyıla kadar çok sayıda hekim
yetişmiştir. Bunlar arasında Buhtîşü' ailesinden Cibrâîl b. Buh-tîşü',
Buhtîşû' b. Cibrâîl, Buhtîşû' b. Cur-cîs, Cibrâîl b. Ubeydullah b. Buhtîşû', Yuhannâ
b. Mâseveyh, Huneyn b. İshak, İshak b. Huneyn, Sinan b. Sabit ve oğlu İbrahim,
Hasan b. Zeyrek ve İbrahim b. îsâ sayılabilir. Ali b. Rabben et-Taberî
Fir-devsül-hikme'yi Ali b. îsâ el-Kehhâl Tezkiretü'l-kehhâlîn'l Ebû Bekir
er-Râzî de Kitâbü't-Tıbbi'l-Manşûrive ilk tıp ansiklopedisi sayılan el-Hûvî'y]
kaleme almışlardır. Bu son eser 1279'da Latince'ye çevrilmiş ve Batı'daki tıp
merkezlerinde XVI. yüzyıla
kadar başlıca tıbbî kaynaklardan biri olarak ilgi görmüştür.
Astronomi. Bağdat'ta astronomi alanındaki
çalışmalar, matematik sahasında olduğu gibi, 771'de Hindistan'dan bir seyyahın
getirdiği ve İbrahim el-Fezârî tarafından Arapça'ya çevrilen Sind-Hind adlı
eserle başlamıştır. Me'mün Bağdat'ta Yahya b. Mansûr idaresinde bir rasathane
kurmuş, ilk usturlap aleti de İbrahim el-Fezârî tarafından burada yapılmıştır.
Çalışmalarını Bağdat'ta sürdüren astronomi bilginlerinden Ebü'l-Abbas Ahmed
el-Fergânî el-Medhal ilâ cilmi hey" etil-eflâk adıyla bir eser yazdı.
Astronomi bilginlerinin en meşhuru Bettânî idi. Ayrıca Bîrûnî ve Ömer Hay-yâm
da o dönemin sayılı astronomi âlim-lerindendi. Me'mûn Bağdat yakınlarında
Şemmâsiye'de bir rasathane kurdurarak astronomi çalışmalarını desteklemiştir.
Me'mûn devrinde Benî Mûsâ b. Şâkir adıyla tanınan Muhammed, Ahmed ve Hasan adlı
üç bilgin dünyanın enlem ve boylam derecelerini ölçmüşlerdir. Yine aynı
dönemde çok kıymetli kozmog-rafık haritalar hazırlanmıştır. Daha sonra Benî
Mûsâ b. Şâkir ve Adudüddevle de Bağdat'ta birer rasathane yaptırmışlardır.
Kelâm. Bağdat İslâm tarihi boyunca
Mu'tezile, Selefıyye, Eş'ariyye ve Şîa gibi belli başlı kelâm mekteplerinin
gelişip yayıldığı kültür merkezlerinden biri olmuştur. Bağdat'ın Abbâsîler'in
başşehri olmasından sonra Mu'tezile'ye bağlı olarak yetişen Bişr b.
el-Mu'temir'den itibaren bu mezhebin Bağdat ekolü ortaya çıktı. Bişr b.
Mu'temir'den sonra burada yetişen ve büyük çapta onun görüşlerinden etkilenen
Ebû Mûsâ el-Mur-dâr, Ahmed b. Ebû Duâd, Sümâme b. Eş-res, Ca'fer b. Harb,
Ca'fer b. Mübeşşir, İskafî, Hayyât ve Kâ'bî gibi âlimlerin dahil olduğu bu
gruba Bağdat Mu'tezilesi adı verilerek mezhebin esas kurucusu olan diğer âlimlere
de Basra Mu'tezilesi denilmiştir. Felsefî eserlerin Bağdat'ta tercüme
edilmesinin bir sonucu olarak Bağdat ekolünün Basra ekolüne nisbet-le felsefe
kültüründen daha çok etkilendiği kabul edilir. Basra Mu'tezilesi sadece teori
ile meşgul olurkan Bağdat Mu'tezilesi devlet kademelerinde görev alarak
teoriyi pratiğe uygulayan bir mezhep halini almıştır. Halku'l-Kur'ân* görüşünü
Ahmed b. Hanbel vb. âlimlere zorla kabul ettirmeye çalışmaları bu hususun
en belirgin örneğini teşkil eder.
Basra Mu'tezilesi Şia'nın imamet fikrini tenkit edip reddederken Bağdat
Mu'tezilesi Şiî fikirlere sempati duymuş, en azından Hz. Ali'yi ashabın en
faziletlisi olarak görmüştür. Bunda Halife Me'mûn devrinden itibaren Bağdat'ta
oluşan Şiî atmosferin, özellikle devlet idaresinde görev alan İbn Ebû Duâd ile
Sümâme b. Eşres'in Selefiyye âlimlerine karşı Şiîler'le iş birliği ve
yardımlaşma içine girmesinin büyük tesiri olduğu şüphesizdir. Şîa'ya temayül
gösterme dışında Basra ekolünün bütün cevherlerin tek cins (mütemâsil), bütün arazların
sürekli, ma'dûmun mevcûd ve yeryüzünün düz olduğunu kabul etmesine karşılık
Bağdat ekolü cevherlerin muhtelif, arazların süreksiz, ma'dûmun yok ve
yerkürenin yuvarlak olduğunu savunmuştur.
Bağdat'ta Ahmed b. Hanbel ile kurulan
ve zaman zaman Hasan b. Ali el-Berbehârî gibi taşkın hareketli mensupları
bulunan Selefiyye -Hanbeliyye mezhebi her asırda devam ederek XX. yüzyıla
kadar gelmiş, son asırda yine Bağdatlı Mahmûd Şükrî el-Âlûsî tarafından temsil
edilmiştir. Bağdat yukarıda sözü edilen itikadî mezheplerin dışında ünlü bazı
Eş'arî âlimlerin de öğrenim gördüğü ve öğretim faaliyetlerini sürdürdüğü önemli
merkezlerdendir. Eş'ariyye'nin Önde gelen temsilcilerinden Bâkıllânî, İbn
Fû-rek, Abdülkâhir el-Bağdadî ve Gazzâlî Bağdat'a gelerek buradaki âlimlerle görüşmüşler,
bunlardan Bâkıllânî Câmiu'l-Mansûr, Gazzâlî Nizâmülmülk medreselerinde
müderrislik yapmışlardır.
Felsefe. İslâm dünyasında muhtemelen
VIII. yüzyıl
başlarında ortaya çıkan ve zamanla Urfa, Nusaybin, Harran, Cündişâpûr gibi
merkezlerde yoğunlaşan tercüme hareketi Bağdat'ın kurulmasıyla burada da önem
kazandı ve bu şehir kısa zamanda ilmî ve felsefî eserlerin tercüme edildiği,
bunlara şerh ve haşiyelerin yazıldığı bir merkez haline geldi. Halife Mansûr
döneminde hız kazanan tercüme çalışmaları Me'mûn döneminde en yüksek seviyeye
ulaştı. Bağdat'ta ilmî ve felsefî eserlerin tercümesi daha çok Beytülhikme'de
sürdürülmekte ve halifeler tarafından hem maddî hem de manevî bakımdan
desteklenmekteydi. Bundan başka yine Bağdat'ta Benî Mû-sâ gibi bazı tanınmış
aileler de bu çalışmaları himaye ettiler. Bu şekilde birçok mütercimin ferdî
veya ekip çalışmalarıyla metafizik, tabiat felsefesi, psikoloji, mantık,
matematik, astronomi, ahlâk, siyaset, mûsiki gibi felsefenin bütün alanlarına
dair kısmen Hint ve İran, daha çok da Yunan kaynaklı pek çok eser Arapça'ya
çevrildi ve böylece Bağdat'ta bir İslâm felsefesinin başlatılmasını mümkün
kılan bütün şartlar hazırlandı. Nitekim ilk İslâm filozofu kabul edilen Ya'kûb
b. İshak el-Kindî burada yetişti ve felsefî eserlerin tercümeleri üzerindeki
redaksiyon çalışmaları yanında bu konunun çeşitli dallarına dair eserler de
telif etti. Ünlü tabip-filozof Ebû Bekir er-Râzî çalışmalarının bir kısmını Bağdat'ta
sürdürdü. Dehrî filozof İbnü'r-Râvendî Bağdat'a gitti ve orada yetişti. Bir
felsefe cemiyeti olan İhvân-ı Safâ'nın Bağdat'ta da bir merkezi bulunmaktaydı.
Telif çalışmaları yanında bir Aristo mütercimi de olan Ya'kübî filozof Yahya
b. Adî de Bağdatlıdır. İslâm felsefesinin en büyük temsilcilerinden olan
Fâ-râbî felsefe öğrenimini Bağdat'ta görmüş ve hayatının önemli bir kısmını zaman
zaman ayrıldığı Bağdat'ta geçirmiştir. Ünlü Şıvânü'l-hikmenin yazarı Ebû
Süleyman es-Sicistânî de Bağdat felsefe ortamında yetişen düşünürlerdendir.
Nihayet daha birçokları yanında özellikle İslâm düşüncesinin güçlü ve orijinal
temsilcisi Gazzâlî de aynı ortamda yetişmiştir.
Tasavvuf. Bağdat erken tarihlerden itibaren tasavvufun
önemli merkezlerinden biri olmuştur. Tasavvufun gerçek kurucuları sayılan
Ma'rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî, Serî es-Sakatî, İbnü's-Semmâk, Haris
el-Muhâsibî, Ebü'l-Hüseyin en-Nû-rî, Ebû Saîd el-Harrâz gibi âlimler Bağdat ve
çevresinde yetişmişlerdi. Yunan felsefesine dair kaynakların çevrilmesinden
sonra dış kaynaklı bazı düşünceler mutasavvıflar üzerinde etkili olduğu için
hulul ve İbâhiyye'yi benimseyen bazı tasavvuf akımları doğdu. Mutasavvıflar
arasında bu çeşit düşünceye sahip kimselerin bulunması bazı fıkıh ve kelâm
âlimlerini tasavvufa cephe almaya şevketti. Gulâm Halil'in kışkırtmalarıyla
885'te Bağdat'ta bazı sûfîlerin takibata uğraması, sûfîlerle zahir ulemâsı
arasında ihtilâfların büyümesine sebep oldu. Birçok mutasavvıf tarafından
"Hak şehidi" kabul edilen ve idamı büyük yankılar uyandıran Hallâc
da 922'de Bağdat'ta öldürülmüştü. Bağdat'ın meczup ve kadın mutasavvıfları
hakkında İbnü'l-Cevzî bilgi verir {Şıfatü'ş-şâfue, II, 355-37]). Birçok tanınmış sûfî
Bağdat'ın Şünûziye Mezarlığı'nda medfundur.
Bağdat tarikat faaliyetleri
yönünden de önemlidir. Asya ve Afrika'da birçok mensubu bulunan Kâdiriyye
tarikatının kurucusu Ab-dülkâdir-i Geylânî de burada yatmaktadır. Halife Nasır
- Lidînillâh zamanında (1180-1225) teşkilâtlanan fütüvvet* ehli içinde bu dönemde
Bağdat bir merkez olmuştur. Bununla beraber şer'î ölçülere bağlı tasavvuf
zümreleri İslâm ülkelerinin her tarafında, özellikle Bağdat'ta halifeler
tarafından himaye edilmiştir. Halife Nasır-Lidînillâh'ın dağınık gruplar halindeki
fütüvvet ehlini toplayıp teşkilâtlandırması, esnaf teşekkülleri üzerindeki
tesirleri bakımından önemlidir. Tasavvufun temel kaynakları sayılan eserler de
bu dönemde kaleme alınmıştır.
Fıkıh. İslâm hukuk tarihi bakımından önemli
merkezlerden biri de Bağdat'tır. Halife Mansûr İmâm-ı Âzam'ı Bağdat'a
getirterek teşvik ve yardımlarda bulundu. Hanefî ve Hanbelî mezhepleri Bağdat'ta
gelişip güçlendi. Hârûnürreşîd zamanında ilk defa kâdılkudâtlık kuruldu. Bu
müessese adalet işlerinin düzenlenmesinde ve kadıların tayininde etkili oldu.
Bağdat'ta yetişen fıkıh âlimlerinden bazıları şöyle sıralanabilir: Bağdat'ta
doğmuş ve orada büyümüş olan Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed b. Hanbel.
Mâlikî mezhebinin önde gelen imamlarından Amr b. Muhammed el-Leysî el-Bağdâdî,
Şafiî müctehidlerden olup fıkıh ve usül-i fıkha dair eserleri bulunan
İbnü'l-Kattân el-Bağdâdî, Mâlikî fakihi ve usulcüsü, çeşitli ilim dallarında
çok sayıda eser telif etmiş olan Abdülveh-hâb b. Ali el-Bağdâdî, muhtelif ilim
dallarında söz sahibi olan büyük Şâfıî fakihi Abdülkâhir el-Bağdâdî, fıkıhta
ve usulde son derece mahir bir Şafiî fakihi olan İbnü's-Sabbâğ, Hanbelî mezhebinin
büyük imamlarından Ali b. Akil el-Bağdâdî, zamanının en büyük Hanefî âlimlerinden
olan İbnü's-Sââtî, "kâdılkudâti'l-memâlik" unvanıyla tanınan Mâlikî
âlimi Hüseyin b. Ebü'l-Kasım el-Bağdâdî ve Hanbelî mezhebinin önde gelen fıkıh
ve usulcülerinden Abdülmü'min b. Abdulhak el-Bağdâdî.
Tefsir. Bağdat'taki tefsir
çalışmaları bu ilmin daha sistemli bir şekilde ele alınmasıyla sonuçlanmıştır.
Bağdat'ta yetişen ve değerli eserler veren müfessir-lerden bazıları şunlardır:
Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, İbn Kuteybe, Müberred, Taberî, Zeccâc, Cessâs, Ebû
Hafs el-Bağdâdî, Abdülkâhir el-Bağdâdî, İbnü'l-Cevzî, Hâzin, Âlûsî.
Hadis. Abbâsîler'in ilk döneminde
Bağdat'ta hadis sahasında önemli çalışmalar yapılmış, daha sonra bazı
sebeplerle duraklayan bu çalışmalar Halife Me'mûn ve Mu'tasım tarafından
desteklenen Mu'tezilî doktrine muhalif olanlar vasıtasıyla yeniden
canlandırmıştır. Ahmed b. Han-bel'in yaklaşık 40.000 hadis ihtiva eden
el-Müsned'i Bağdat'ta kaleme alınmıştır. Bağdat'ta yetişen meşhur muhaddislerden
bazıları şunlardır: Yahya b. Ma-în, İbnü's-Semmâk, Necâd el-Bağdâdî, Da'lec b.
Ahmed, İbnü'l-Muzaffer el-Bağdâdî, Dârekutnî, İbn Şâhîn, İbn Ebü'l-Fe-vâris
el-Bağdâdî, İbn Şâzân el-Bağdâdî, İbn Hayrûn el-Bağdâdî, İbnü'l-Hâdıbe, Ebû
Sa'd el-Bağdâdî, İbnü'l-Ahdar, İbn Sükeyne, İbn Nukta, İbnü'n-Neccâr
el-Bağdâdî, Acîbe el-Bağdâdiyye.
Tarih. Bağdat tarih sahasında da
önemli çalışmaların yapıldığı bir merkez olmuş, birçok halife ve devlet adamı
tarihçileri teşvik ve himaye ederek değerli eserlerin yazılmasına zemin
hazırlamışlardır. Bağdat'ta yetişen veya Bağdat'a göç ederek eserlerini burada
kaleme alan meşhur tarihçilerden bazıları şöyle sıralanabilir: Vâkıdî,
Medâinî, İbn Kuteybe, İbn Tayfur, Taberî, Hatîb el-Bağdâdî, İb-nü'1-Cevzî,
İmâdüddin Kâtib el-İsfahânî, Sıbt İbnü'l-Cevzî. Abbâs e!-Azzâvî.
Dil. Bağdat'ın kuruluşundan sonra
Basralı ve Küfeli âlimler Bağdat'a gittiler ve orada halifeler nezdinde büyük
hürmet ve itibar gördüler. Halifeler özellikle Küfen âlimleri Bağdat'a
çağırır, onlara ihsan ve ikramda bulunurlardı. Meşhur dilcilerden Ali b.
Hamza el-Kisâî Me'mûn'a öğretmenlik yapmıştır. Sîbeveyhi gibi bazı dilciler
Bağdat'a gelir ve burada münazaralara katılırlardı. Arap diliyle ilgili
çalışmalarındaki ihtilâflanyla Arapça'nın edebî mahsullerinin derlenmesi ve kaidelerinin
tesbitinde büyük rol oynayan Basra ve Küfe mekteplerinin yanı sıra el-îzâh iî
cileli'n-nahv"m yazarı Ebü'l-Kâsim ez-Zeccâcî, Ebû Ali el-Fârisî, el-Haşâ
3iş fi'n-nahv müellifi İbn Cinnî, ei-Mufaşşal müellifi Zemahşerî gibi âlimlerin
temsil ettikleri Bağdat ekolü bu çalışmalara uzlaştırıcı bir yön vermiştir.
Ayrıca Mısır ve Endülüs'te teşekkül eden mekteplerin dil âlimleri X. yüzyıl sonuna
kadar Bağdat'ta toplanan malzemeyi kaynak olarak kullanmışlardır. Bağdat'taki
tercüme faaliyetleri sonunda edebî nesrin alanı daha da genişledi. Bu
tercümeler eski Arap gelenekleriyle karışarak yeni bir türün doğmasına sebep
oldu. Aydınlara sade bir dili öğretmek gayesindeki bu yeni nesir türünün
kurucusu, eî-Beyân ve't-tebyîn müellifi meşhur Câhiz olmuştur.
Medreseler. İslâm eğitim ve öğretim
tarihinde Bağdat'ın seçkin bir yeri vardır. Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'nden
önce de medreseler mevcut olmakla beraber bunlar öğrencilerin programlı bir
şekilde derse devam ettikleri ve bizzat devlet tarafından desteklenen, yönetilen
ve denetlenen sistemli müesseseler değildi. Selçuklu Sultanı Alparslan ve veziri
Nizâmülmülk'ün gayretleriyle 1065-1067 yılları arasında 200.000 dinar
harcanarak bir külliye halinde inşa edilen Bağdat Nizamîye Medresesi İslâm
tarihinde ilk çekirdek üniversiteyi oluşturduğu gibi Avrupa'da kurulan üniversitelere
de örnek olmuştur. Bu medrese örnek alınarak Nîşâbur, Rey, Herat, İsfahan,
Merv, Basra ve Musul gibi diğer şehirlerde de medreseler kurulmuştur. Burada
Gazzâlî, Ebü İshak eş-Şîrâ-zî, Ebü'l-Muzaffer el-Ebîverdî, İbn Mübarek, Ebû
Bekir eş-Şâşî gibi meşhur bilginler ders vermiş, Şeyh Sa'dî-i Şîrâzî ve
İmâdüddin Kâtib el-İsfahânî gibi değerli simalar yetişmiş, bunlar hem ilmî hem
de idari sahada önemli hizmetler vermişlerdir. Özellikle Selçuklu Sultanı
Melikşah zamanında (I072-İ092) Bağdat Nizamiye Medresesi büyük gelişme göstermiştir.
Onun bilginleri himaye ettiğini gören vezir ve emirler çeşitli şehirlerde
medreseler kurmaya ihtimam gösterdiler. Bu tutum ve davranışları ilim ve
edebiyatın gelişmesinde Önemli rol oynadı.
VI. (XII.) yüzyılda
sadece Bağdat'taki medreselerin sayısı otuza varmıştı. Çeşitli ilim ve
müesseseler burada gelişme imkânı bulmuş, dil, din ve müsbet ilimler bu sayede
büyük gelişme göstermiştir.
Kütüphaneler. İslâm dünyasında âlimlerin
yetişmesinde kütüphaneler önemli rol oynamıştır. İlk kütüphane Bağdat'ta
Hârûnürreşîd tarafından kuruldu ve bunu diğerleri takip etti. Temelini Hârûnürreşîd'in
attığı ve Me'mün'un çeşitli kitaplarla zenginleştirdiği Beytülhikme Abbasîler
devrinde Bağdat'ın en büyük kütüphanesine sahipti. Tercüme faaliyetlerinin gelişmesine
paralel olarak kâğıt sanayii de ilerlemiş ve 178'de (794-95) Hârûnürreşîd'in
veziri Ca'fer b. Yahya el-Bermekî ilk kâğıt fabrikasını kurmuştur. Bu ise dinî,
ilmî ve edebî kitapların çoğalmasını sağlamıştır. Beytülhikme Araplar'ın
meşgul olduğu ilimlerle ilgili her çeşit kitabı ihtiva eden halka açık bir
kütüphane idi. Halifelerin destek ve himayesiyle kurulan saray kütüphanelerinin
zengin kitap koleksiyonları vardı. "Hi-zânetü'İ-hikme" veya
"hizânetü'l-kütüb" denilen kütüphaneler birer öğretim müessesesi
olarak da büyük hizmet vermişlerdir. Bunlardan en Önemlileri ve Orta-çağ'da
Bağdat'ta kurulan kütüphanelerin en büyükleri Beytülhikme, Büvey-hî Veziri
Sâbûr b. Erdeşîr'in kütüphanesi. Nizamiye Medresesi ve Müstansıriyye Medresesi
kütüphaneleridir. Bağdat, kütüphaneleriyle de diğer şehirlere örnek olmuştu.
Meselâ Endülüs Emevî Halifesi II. Hakem (961-976] Bağdat'ı örnek alarak
güzel bir kütüphane kurdurmuştur.
Sanat. Bağdat'ın sanat dünyasında da
müstesna bir yeri vardır. Mimari, hat ve minyatür gibi güzel sanatlarda Bağdat'ta
yetişen sanatkârlar çok değerli eserler vücuda getirmiş ve bunlar birçok şehir
ve ülkede örnek alınmıştır. Abbasî sarayları başlangıçta İran ve Bizans
saraylarından etkilenmişse de daha sonra gelişme göstererek, mimaride muhteşem
ve orijinal bir hüviyete ulaşmıştır. Hatta Bizans İmparatoru Teophilos
Bağdat'taki Dârü'ş-şecere'yi en ince ayrıntılarına kadar taklit ederek bir
saray yaptırmıştır. Ayrıca kuyumculuk, cam, çini ve ahşap işçiliği de Bağdat'ta
büyük bir gelişme göstermiştir. Ağlebîter, Kayrevan Şeydi Ukbe Camii'nin
mihrap ve minberini Bağdat'taki sanatkârlara sipariş etmişlerdi.
İslâm hat sanatı da Bağdatlı hattatlar
sayesinde yeni bir safhaya girmiş ve çok sayıda değerli hattat yetişmiştir.
Hicrî II. yüzyılın
ortalarında İshak b. Hammâd hat sanatında birçok talebe yetiştirmiştir. Onun
öğrencilerinden olan İbrahim es-Siczî ile kâtip ve şair Yûsuf Lak ve,
Ahvelü'l-Muharrir, ikisi de vezir olan ve yine ikisi de İbn Mukle diye anılan
Ebû Ali Muhammed b. Ali ile Ebû Abdullah Hasan b. Ali adlı iki kardeş hat
sanatında çok meşhur olmuşlardır. Bunlardan Ebû Ali İbn Mukle, seleflerinin üç
asırlık tecrübeleri sayesinde zevk ve sezişleriyle elde ettikleri şekillerin
nizamını ve aralarındaki nisbetleri belli kaidelere bağlayan bir usul
koymuştur. Bu metot yazıların öğretilmesini ve değerlendirilmesini
kolaylaştırdı. Ayrıca Beytülhikme ve hizânetü'l-hikmeler hat sanatının gelişmesi
için çok uygun bir zemin hazırladılar. İsmail b. Hammâd ef-Cevherî ve Mü-helhil
b. Ahmed'in yazılan güzellikte darbımesel haline gelmiştir. Hat sanatının Ebû
Ali İbn Mukle'den sonraki ilk büyük ustası İbnü'l-Bevvâb'dır. Hat sanatı
tarihinde bir dönüm noktası sayılan Yâ-küt el-Müsta'sımî de sanat kudreti yanında
kalem ağzının kesilişinde yaptığı değişiklik gibi yeniliklerle aklâm-ı
sit-te*nin hepsine tesir etmiştir. Çeşitli ilim, kültür ve sanat çevrelerinde
ilgi ve himaye görmekle beraber II. (VIII.) yüzyılın sonlarından VII. (XIII.) yüzyılın
sonlarına kadar hat sanatına yön veren merkez Bağdat olmuştur. Moğol
istilâsından ve Yâküt el-Müsta'sımî'nin ölümünden sonra Bağdat bu tesirli
yerini kaybetti. Ortaçağ'da İslâm dünyasının hemen her konuda en önemli
merkezlerinden biri olan Bağdat'ta zaman zaman meydana gelen karışıklıklar
yüzünden rahat bir çalışma ortamı bulamayan ilim ve kültür erbabı buradan
ayrılmaya ve Horasan, Mavera ün nehir, Kahire ve Endülüs gibi diğer İslâm
ülkelerine gitmeye başladılar. Çeşitli devirlerde Bağdat'a ekilen ilim ve
kültür tohumları zamanla Horasan, Mâverâünnehir, Hûzistan, Azerbaycan, Mısır.
Suriye ve Endülüs'te meyvelerini verdi. İslâm kültür ve medeniyetine
damgasını vuran Bağdat Osmanlı hâkimiyetine geçmeden çok önce bu özelliklerini
kaybetmiş olmakla beraber bu dönemde de zaman zaman meşhur simalar yetişmiştir.
BİBLİYOGRAFYA:
İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s. 413;
Hatîb. Tâ-rîhu Bağdâd, \, 3-131; İbnu'l-Cevzî, el-Mun-tazam, VII, 112; VIII, 269; X, 122, 248;
a.mlf.. Şıfatü'ş-şafue, II, 355-371; Yâküt, Mu'cemü'l-büldân, I,
460-464; İbnü'I-Esîr, el-Kâmil, VI, 16, 273, 307-308; X, 49, 55,
ayrıca bk. İndeks; İbnü'l-kıftî. İhbârü'l-* ulemâ" (Lippert), s. 100,
102-104; ibn Ebû Usaybia, "Uyûnü'l-enbS, s. 186-187, 201-209; İbn Kesrr,
el-Bidâye, XI, 162,
181-182; XIII, 45, 166;
AbdDİkâdir b. Mu-hammed en-Nuaymî, ed-Dâris fî târîhi'l-me-dâris (nşr. Ca'fer
el-Hasenî), Kahire 1988, MI; Ahmed Emin. Duha'S-istâm, Beyrut 1351-55/ 1933-36,
III, 141-142;
Mez, el-Hadâretü'l-İs-lâmiyye, I, 310-368; Ziriklî, ei-Actâm, II, 12; Browne,
Arabian Medicine, Cambrİdge 1962, s. 23*24; R. Arnaldez. "Sciences et
philoso-phie dans la c ivil is ati on de Bağdâd sous les premiers
cAbbâsides", Bağdâd, Leiden 1962, s. 357-374; R. Brunschvig,
"Mu'tazilisme et Asgarisine â Bağdâd", a.e, s. 345-356; Ch. Pellat.
"La Prose arabe a Bağdâd", a.e., s. 407-418; J. Sourdel-Thomine,
"L'Art de Bağdâd", a.e., s. 449-465; Hüseyin Emfn. Târthu'l-'irâk
fil-'asri's-Selcûkî, Bağdâd 1385/1965, s. 2Î-23, 35-39, 57-62, 76-78, 82-64,
161-165, 373, 380, ayrıca bk. indeks; Bilmen, Tefsir Tarihi, [—II, tür.yer.;
Hitti, İslam Tarihi, II, 457-486; Muhammed Hüseyin Şendüb,
el-Hadâretü'l-İslâmiyye fî Bağdâd fi'n-ntsfİ's-şânî mine'I-karni'i hâmisi'I-
hicrî (467-512), Beyrut 1404/1984; Barthold, İslâm Medeniyeti, s. 29-41, 47-49,
157-159, 165-166, 169, ayrıca bk. İndeks; Müslim Abdullah,
Eşerü't-te-tavvüri'l-fikrî fi't-tefsîr fi'l-'asri'l-'Abbâsî, Beyrut 1405/1984,
s. 85-86, 174-175, 209-211; Hasan ibrahim. İslâm Tarihi, III, 145-181;
Mah-mûd Hüseynî", el-Medresetü'l-Bağdâdiyye fî tâ-rîhi'n-nahui'l-*Arabî,
Beyrut 1407/1986; Sey-yid Hüseyin Nasr, islâm ue ilim (üre. ilhan Kut-luer],
İstanbul 1989, s. 11, 19, 82, 97, 98, 144, 155, 174-177, 179, 180; M. Watt,
İslâm Avrupa'da, (trc. Hulusi Yavuz), İstanbul 1989, s. 18, 32, 49-51, 61, 63,
71-72; İsmail E. Erünsal, "İslâm Medeniyetinde Kütüphaneler", Doğuştan
Günümüze Büyük İslâm Tarihi, istanbul 1989, XIV, 214-221, 226-229, 243-246; Yusuf
Şevki Yavuz, İslâm Akaidinin üç Şahsiyeti, İstanbul 1989, s. 74; a.mlf.,
"Âlûsi, Malımûd Şükrî", DİA, II, 548; J. Pedersen, "Some
As-pects of the History of the Madrasa", IC, III (1929), s. 525-537; Mustafa Cevâd,
"Dârü'l-Müsennâti'n-Nâsıriyye: Dâru cilm ve cule-mâ", Mecelletü
KülUyeti'l-âdâb, IV, Bağdâd 1961, s. 5-32; Ramazan Şeşen. "İslâm Dünyasındaki
İlk Tercüme Faaliyetlerine Umûmî Bir Bakış", ÎTED, VII/3-4 (1979), s.
3-30; R. Stellhorn Mackensen, "Four Great Libraries of Medieval
Bagbdad", Library Quarterly, sy. 2, Chicago 1967, s. 279-299; Nihad M.
Çetin, "Arabistan", Küçük Türk-lslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1978, II, 146-157;
a.mlf., "Aklâm-ı Sitte", DİA, II, 276-280; Halim Sabit Şibay,
"Bâ-killâm", İA, II, 253; J. Ruska, "Mûsâ", İA,
VIII, 660; H.
Ritter, "al-Ghazâlİ", E/2(ing.), II, 1039.
İddi Abdülkerim Özaydın
IV. SON DÖNEM
XX. yüzyılın
başlarından itibaren büyük bir metropolis olmaya başlayan Bağdat, 1920'lere
kadar aynı zamanda geleneksel görünümünü de muhafaza etmiştir. 1921 'de
bağımsız İrak Devieti'nin başşehri olduktan sonra çok hızlı bir gelişme
gösterdi. Bu hususta rol oynayan en büyük etkenlerden biri, Dicle nehrinin
zaman zaman yükselmesinden kaynaklanan su baskınlarının önlenmesi için alınan
tedbirlerdir. Özellikle 1920'lerde Dicle'nin doğu yakasına inşa edilen setler
bu bölgeyi de yerleşime elverişli hale getirmiş ve şehir o tarihten itibaren
nehrin doğu kıyısı boyunca da genişlemeye başlamıştır. 1050'lerden sonra ise
artan petrol gelirleri sayesinde âdeta yeniden inşa edilme sürecine girmiş ve
kısa zamanda şehre birçok yatırım yapılıp resmî binaların yanı sıra çeşitli sanayi
tesisleri kurulmuştur. Bu dönemde alt yapı ihtiyacı da ilk defa sistemli bir
şekilde ele alınmıştır. Bu arada yeni inşa edilen Sâmerrâ Barajı i 1956) şehri
taşkın tehditlerinden tamamen kurtarmıştır. Ardından hazırlanan iki proje
(1956 ve 1958] ile Bağdat'ın büyümesinin belli bir plan üzerine
gerçekleştirilmesi düşünüldü. 1958 planına göre şehrin gelişmesi daha çok
dört ana sanayi bölgesi üzerinde olacak ve bölgelerin her birini yeni yerleşim
alanları çevreleyecekti. Her ne kadar bu şekilde tasarlanan birtakım
çalışmalara girişildiyse de ülkenin yaşadığı ihtilâller yüzünden projeler
sağlıklı bir şekilde yürütülememiştir. Bununla birlikte özellikle 1958 ihtilâli
sonrasında yapılan millîleştirme ve istimlâkler neticesinde Bağdat'ın
merkezinde bulunan birçok plansız bölge sanayi ve iskân için kullanılabilecek
hale geldi.
Bağdat'ın hızlı büyümesinde rol oynayan
bir başka etken de köyden şehre göç hadisesidir. İşsizlik ve fakirlik yüzünden
kalabalık gruplar halinde Bağdat'a göç eden insanlar "sarifa" adı
verilen basit ve sağlıksız gecekondulara yerleştiler. 1950'lerde bu tip
evlerin sayısı neredeyse Bağdat'taki bütün meskenlerin yarısını bulmaktaydı.
1958"de hükümet bu problemi resmen itiraf ederek gecekondu bölgelerine
özellikle eğitim ve sağlık hizmetleri götürmeye çalıştı. 1963'teki hükümet
değişikliğinin arkasından ise sarifaların 63.000 kadarı yıkıldı ve onların
yerlerine Dicle'nin doğu ve batı yakalarında Medînetüssevre ve Medînetün-nûr
adları verilen modern semtler kuruldu. Ancak daha sonraki yıllarda göçlerin ve
sağlıksız yerleşmelerin önüne yine de geçilememiştir. Bağdat'ın kendine has
bir özelliği, insanların meslek gruplarına ve gelir seviyelerine göre oluşan
birçok yerleşim bölgesine sahip olmasıdır; meselâ "doktorlar şehri",
"mühendisler şehri" gibi. Bu özelliği ile Bağdat, Batı'daki
herhangi bir büyük şehirden çok daha homojen bir yapıya sahiptir. 1970'lere
gelindiğinde şehrin geleneksel yapısı artık neredeyse tamamen değişmiş ve
Bağdat yeni. yüksek binaları, geniş yolları, otelleri ve parkları ile son
derece modern bir görünüm almıştı. Bununla birlikte "eski şehir"
denilen kısım, geleneksel el yapısı eşya ve elbiselerin sergilendiği pazarları
ile hâlâ yaşamaya devam etmektedir.
Bağdat'taki bu hızlı gelişme nüfus
artışlarında da kendini gösterir. 1918'de 200.000 olduğu tahmin edilen nüfus
1947'de 466.773'e, 1957'de 735.000'e, 1965'te ise 1.750.100'e ulaşmıştır. 1977
sayımında 3.205.645 kişi olarak tesbit edilen nüfusun halen 5 milyonun üzerinde
olduğu sanılmaktadır. Bu rakam bugünkü Irak nüfusunun (1982, 14,110.425)
dörtte birinden fazlasının Bağdat'ta yaşadığını gösterir. Halk hemen hemen
yarı yarıya Şiî ve Sünnî Arap müslüman-lardan oluşur. Şehirde ayrıca hıristiyan
Araplar da yaşamakta ve burada bir başpiskoposluk bulunmaktadır; İsrail'e göç
sebebiyle bugün artık yahudi nüfus kalmamış gibidir.
Ulacım bakımından bugün de tarihteki
bölgenin merkezi olma konumunu devam ettiren Bağdat karayolları ile komşu
şehirlere bağlıdır ve ayrıca Basra ile Dicle üzerinden gemi trafiğini de sürdürmektedir.
Bunun yanı sıra 1940'tan itibaren Bağdat-İstanbul demiryolu bağlantısı
sağlanmıştır. Bağdat'ta ayrıca Saddam ve Musanna adlarında iki milletlerarası
havaalanı bulunmaktadır.
el-Hikme (1956), Bağdat (1958) ve
el-Müstansıriyye (1963) adlarını taşıyan üç büyük üniversitenin yanı sıra
birçok da yüksek okul ve koiejin mevcut olduğu Bağdat, ülkenin en fazla eğitim
ve öğretim kurumunun yer aldığı şehir olma özelliğine sahiptir. Bunun yanında
ayrıca kültür hayatındaki canlılıkları, kütüphaneleri ve müzeleriyle de
ünlüdür. Özellikle Arap tarihi ve edebiyatına dair koleksiyonların toplandığı
Evkaf Kütüphanesi ile Bağdat Üniversitesi Kütüphanesi, Abbasî Saray Müzesi,
Etnografya Müzesi, Çağdaş Millî Sanat Müzesi, Irak Müzesi ve Arap İlkçağ
Müzesi en önemlileridir.
Bağdat'ta bugün mevcut belli başlı
mimari eserler şunlardır: Mescidü'1-mın-tıka (atîka), Ma'rüf-i Kerhî Camii,
İmam Ebû Hanîfe Camii, Hulefâ (Sûku'l-gazl) Camii, Abdülkâdir-i Geylânî Camii,
Süh-reverdî Camii, Kameriyye Mescidi, Seyyid Sultan Ali Camii, Muradiye Camii,
Âsa-fıye Camii, Haseki Camii, Ahmediye Camii, Hasan Paşa Camii, Nu'mâniyye Camii,
Fâzıl Camii, Hacı Fethi Camii, Cü-
neyd-i Bağdadî Türbesi, Hallâc-ı
Man-sûr Türbesi, Sitti Zübeyde Türbesi, Şeyh Abdülkerîm el-Cîlî Türbesi,
Müstansıriy-ye Medresesi, Mercâniye Medresesi.
Bağdat'ın bir özelliği de tarih
boyunca birçok savaşa sahne olması ve birkaç defa tahrip edilmesidir. En son.
2 Ağustos 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgal ve ilhak etmesine karşı çıkan
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin verdiği karar uyarınca, Amerika
Birleşik Devletleri liderliğinde oluşturulan milletlerarası güç tarafından 17
Ocak 1991 gününden itibaren bombalanmaya başlandı. Ateşkesin sağlandığı 28
Şubat'a kadar süren bombardıman sonucu Bağdat'ın alt yapısı, özellikle yollar
ve köprüler, sanayi ve askerî tesislerle su ve elektrik şebekeleri büyük
ölçüde tahrip edildi.
BİBLİYOGRAFYA:
S. D. Brunn - J. F. VVilüams, Citles
of the World, New York 1983, s. 299-302; The Middle-East and North Africa,
London 1988, s. 421-450; S. Perowne, "Life in Baghdad", JRCA,
XXXIV/3-4 (1947), s. 251-261; "Bağdâd, el-Medînetü'l-Müdevvere",
Faysal, XXVII, Riyad 1979,
s. 35-50; A. A. Duri, "Baghdâd", El2 (İng.)r 1, 907-908; C. H. Ps. -
Hd. M. V. "Asia",
EBr., II, 585-587.
Azmi Özcan
BAĞDAT DEMİRYOLU
XIX. yüzyıl
sonlarıyla XX. yüzyıl başlarında İstanbul-Bağdat
arasında yapılan demiryolu.
Buharlı gemilerin Şark limanlarına
giden klasik denizyollarını önemli ölçüde değiştirmeye başladığı XIX. yüzyılın
ikinci yansı başlarında demiryolları bağlantısı ve yapımı büyük önem
kazanmıştır. Klasik karayolu sistemiyle Akdeniz'i Basra körfezi ile
birleştirmek, dolayısıyla en kısa yoldan Hindistan'a ulaşmak düşüncesi çok
eskiye dayanır. Ancak 1782'de John Sullivan'ın Anadolu'dan Hindistan'a kadar
uzanan bir karayolu yapımı teklifi, Albay François Chesney'in Suriye ve
Mezopotamya'yı Hindistan'a bağlayacak karayolu ve Fırat nehri üzerinde buharlı
gemi işletmesi ve bunun bir demiryolu ile Halep üzerinden Akdeniz'e ulaştırılması,
Fırat hattının Kuveyt'e kadar uzatılması gibi projeler kâğıt üzerinde kalmıştır.
Bununla beraber 1854'te Tanzimat Meclisi'nde demiryolları yapımı kararlaştırılmış,
1856'da bir İngiliz kumpanyası İzmir-Aydın hattının yapım imtiyazını alarak
1866'da bu hattı işletmeye açmıştır. Aynı yıl açılan Varna - Rusçuk hattı ile
Anadolu ve Rumeli'deki ilk önemli demiryolu hatları faaliyete geçirilmiştir.
1869'da Süveyş Kanalı'nın açılması,
Hindistan'a giden en kısa yol üzerinde İngiltere ve Fransa arasındaki mücadeleye
yeni bir yön verdi. Bu durum demiryolu projelerine duyulan rağbetin artmasında
da önemli rol oynadı. Robert Step-henson'un Süveyş Kanalı"na alternatif
olarak ileri sürdüğü Üsküdar-İzmit-Siv-rihisar - Aksaray - Fırat vadisi -
Bağdat-Basra-İran ve Belûcistan-Kalküta hattı ise projenin büyük maliyeti
dolayısıyla gerçekleştirilemedi. Demiryollarının askerî ve ekonomik yönden
kazandığı önem, geniş topraklara sahip Osmanlı Devleti'nin yeni tedbirier
almasına yol açtı ve bu iş için 1865'te Edhem Paşa'-nın başkanlığında Nâfia
Nezâreti kuruldu. 1870'ten itibaren geniş kapsamlı demiryolu inşa projeleri
yapılarak bunların uygulanma imkânları araştırıldı. Bu amaçla, Rumeli'de
yapılmakta olan Sark demiryolları projesindeki çalışmalarıyla da tanınan
Avusturyalı mühendis VVilhelm Pressel davet edildi (Şubat 1872). Öncelikle
İstanbul'u Bağdat'a bağlayacak büyük bir demiryolu hattının inşaatı kararlaştırıldı.
Bu projenin ilk kısmı olarak 1872'de başlanan Haydarpaşa-İzmit hattı kısa
zamanda tamamlandı. Ancak bu hattın daha ileriye götürülmesi işine, devletin
içinde bulunduğu malî zorluklar yüzünden 1888 yılına kadar ara verildi ve
hattın tamamlanabilmesi için yabancı sermayeye ihtiyaç duyuldu. Nâfia Nâzın
Hasan Fehmi Paşa Haziran 1880'-de hazırladığı bir lâyiha ile demiryolu inşaatı
için yabancı sermayenin gerekliliğini dile getirdi. Ayrıca Anadolu'yu baştan
başa aşarak Bağdat'a ulaşacak iki ayrı hat tesbit etti. Bunlardan biri
İzmir-Afyon kara hisar - Eskişehir - Ankara -
Si-vas-Malatya-Diyarbakır-Musul-Bağdat: diğeri ise İzmir-Eskişehir-Kütahya-Afyon
- Konya -Adana - Halep -Anbarlı'dan Fırat nehrinin sağ yakasını takip ederek
Bağdat'a ulaşmaktaydı. Bu ikinci güzergâh, hem maliyetinin daha düşük hem de
askerî yönden avantajlı olması sebebiyle tercih ve tavsiye edildi.
Osmanlı malî durumunun, özellikle Duyûn-1
Umûmiyye'nin (1882] faaliyete geçmesinden sonra Avrupa malî çevrelerinde
tekrar güvenilirlik kazanması ve Osmanlı hükümetlerinin demiryollarına ilgi
göstermeleri, yeni demiryolu projelerinin ortaya atılmasına zemin hazırladı.
Bu projeler içinden özellikle
Cazalet ve Tancred'in Tripolis, Humus, Halep. Fırat vadisi, Bağdat ve Basra
hattı projesi dikkati çekti. Ancak bu hattın her iki tarafına Rusya'dan göç
eden yahudi muhacirlerin iskân edileceği söylentilerinin çıkması ve
Cazalet'in âni ölümü projenin suya düşmesine sebep oldu.
Buna benzer birçok demiryolu projesi,
teklif getiren tarafların ve devletlerin politik ve ekonomik çıkarlarını ön
plana aldığı ve Babıâli'nin de demiryolları sebebiyle sağlamayı umduğu
gelişme hedeflerine cevap vermediği için geri çevrildi. Ayrıca Babıâli,
başlangıç noktası İstanbul olmayan hiçbir projeye imtiyaz vermeyeceğini
açıkladı. İngiliz ve Fransız sermayedarlarının bu faaliyetleri 1888'-den
itibaren aralarındaki rekabet ve çekişmeleri arttırırken Almanya demiryolları
yapımında yeni bir güç olarak ortaya çıktı. Bunda, Bismarck'ın çekingen
politikasına rağmen II. Abdülhamid'in meseleyle bizzat ilgilenmesi büyük rol
oynadı. Bu şekilde İngiltere ve Fransa'ya karşı Almanya Doğu'da bir denge unsuru
oldu. 24 Eylül 1888 tarihli bir irade ile Haydarpaşa-Ankara arasında bir demiryolu
yapımı ve işletmesi, silâh satışı sebebiyle Osmanlılar'la yakın ilişkiler içinde
bulunan VVüttenberglsche Vereins-bank Müdürü Alfred von Kaulla'ya verildi. 4
Ekim'de von Kaulla ve Osmanlı hükümeti arasında. 92 kilometrelik mevcut
Haydarpaşa - İzmit hattının Ankara'ya kadar uzatılmasına dair sözleşme
imzalandı. Osmanlı Devleti her kilometre için senede 15.000 franklık bir garanti
verdi. 4 Mart 1889'da Anadolu Demiryolları Şirketi (Societe du Chemin de fer
Ot-toman d'Anatolie) resmen kuruldu. Böylece Bağdat'a doğru daha 1872'de yola
çıkarılmış olan demiryolu hattı yapımına gecikmeli de olsa tekrar başlandı.
Anadolu Demiryolları Şirketi inşaat
faaliyetlerini düzenli olarak sürdürdü ve daha ileri hatlar için aldığı yeni
imtiyazlarla, taahhütlerini vaktinde ve en iyi bir şekilde yerine getirdi.
1890'da İzmit-Adapazarı, 1892'de Haydarpaşa-Eskişe-hir-Ankara, 1896'da da
Eskişehir-Konya hatiarı bitirildiğinde 1000 kilometreyi aşan bir demiryolu
şebekesi döşenmiş durumdaydı. Osmanlı hükümeti daha İzmit - Adapazarı hattının
açılışında yapılan törende demiryolunun Basra körfezine kadar uzatılması
niyetinde olduğunu açıklamış ve Almanlar'la temaslarını yoğunlaştırmıştı.
Eylül 1900'de Alman hükümeti, yeni kaiser Wilhelm'in uygulamak istediği dünya
politikasına uygun olarak bankalara ve hariciyesine bu konuda gerekli desteğin
sağlanması için talimat verdi. Demiryolunun Bağdat'a kadar uzatılması projesine
ise Rusya, İngiltere ve Fransa karşı çıkmaktaydılar. Rusya, Ankara'dan
itibaren demiryolunun güneydoğu Anadolu istikametine yönelerek Konya üzerinden
geçirilmesinde diğer bazı sebeplerle birlikte önemli Ölçüde etkili oldu ve bu
hattın Sivas üzerinden kuzeydoğu Anadolu'ya doğru yöneltilmesinden
vazgeçildi. İngiltere'nin Mısır'daki askerî varlığını arttırmasına göz
yumulması ve Fransa'ya da İzmir-Kasaba hattının Alaşehir'den Afyon'a kadar
uzatılma imtiyazının verilmesi bu devletlerin muhalefetlerini önledi.
Bağdat demiryolu anlaşmaları çok karışık
safhalardan geçerek son şeklini aldı. 23 Aralık 1899'da ön imtiyaz anlaşması,
21 Ocak 1902'de esas imtiyaz anlaşması imzalandı. Nihayet 21 Mart 1903'-te son
anlaşma ile, yapılacak ilk hat olan 250 kilometrelik Konya - Ereğli hattının
finansmanına dair mukavelename imza edildi. 13 Nisan 1903'te ise Bağdat Demiryolu
Şirketi (Societe İmperial Ottomane du Chemin de fer de Bagdad) resmen kurul-
443
du. İnşaatın hemen başlaması amacı
ile Osmanlı Devleti üstlendiği malî yükümlülükleri derhal yerine getirerek
Konya, Halep ve Urfa'nın âşâr vergilerini kilometre garantisi olarak gösterdi.
Anlaşma şartlan gereğince, şirketin yapacağı her kilometre yol için hükümet
nominal değeri 275.000 frank olan Osmanlı tahvilleri çıkartacak ve bu
tahvillere şirketin sahip olduğu gayri menkuller garanti olarak ipotek
edilecekti. Hattın geçeceği yollar boyunca devlete ait orman ve madenlerle taş
ocaklarından inşaat için faydalanma imtiyazı da verildi. Bunlar o dönemde diğer
ülkelerde yapılan demiryolları için şirketlere verilen imtiyazların
benzerlerini teşkil etmekteydi. Demiryolu ile ilgili her türlü malzeme
gümrüksüz olarak ithal edilecekti. Şirket Osmanlı Harbiye Nezâreti ile
anlaşarak uygun görülecek yerlerde istasyonlar yapacak ve savaş veya isyan
çıktığında askeri taşımalara öncelik verilecekti. Şirketin resmî dili
Fransızca idi. Memurları özel üniforma giyecek ve fes takacaklardı. Alman
sermayesinin hâkim olduğu ve % 30 oranında Fransız sermayesinin bulunduğu
şirket diğer sermayedarlara da açık tutuldu. 99 yıl süreli olan imtiyaz anlaşması,
ilk otuz yıl dolduğunda devlete şirketin satın alınması hakkını vermekteydi.
Yapımı I, Dünya Savaşı sırasında da devam eden ve ancak Ekim 1918'de kesintisiz
bir şekilde Bağdat'ı İstanbul'a bağlayan bu demiryolu, yeni Türkiye Cumhuriyeti
tarafından 10 Ocak 1928'de satın alınarak devletleştirildi
Bağdat demiryolu, Doğu'ya doğru açılmayı
propaganda konusu ve prestij meselesi yapan Almanya ile İngiltere arasında,
neticesi I. Dünya
Savaşı'na varacak olan amansız rekabetin başlıca kaynaklarından biri
olmuştur. Kendilerini Osmanlı mirasının tabii vârisleri olarak gören büyük
devletler, Almanya'nın Osmanlı İmparatorluğu'na destek veren bir güç olarak
belirmesini hazmedememişlerdir. Anadolu - Bağdat demiryolu projelerinin ortaya
atıldığı andan itibaren Osmanlı Devleti'ne politik ve zamanla da ekonomik
faydalar sağladığı anlaşılmaktadır. Nitekim hattın askerî amaçlarla kullanılmasının
yanı sıra, Anadolu hububatının İstanbul'a taşınarak devlet merkezinin artık
eskisi gibi Rus ve Bulgar buğdayına muhtaç olmaktan kurtarılmasında ve hat
boyunca yerleştirilen 100.000'lerce muhacirin Anadolu'nun demografik yapısında
olduğu gibi ekonomisinde de önemli rol oynadığı söylenebilir.
BİBLİYOGRAFYA:
F. H. Bode, Der Kamf um die
Bagdadbahn 1903-1914, Eİn Beitrag zur Ceschichle der De-utsch-Englischen
Beziehungen, Breslau 1914; P. Rohrbach. Hattı Saltanat- Bağdad Demiryolu,
İstanbul 1331; P. K. Butterfİeld, The Diplomacy of ttıe Baghdad Railway
1890-1914, Göttingen 1932; Bekir Sıtkı Baykal, Das Bagdad-Bahn Problem
1890-1913, Freiburg 1935; L. Ragey, La çuestion du Chemin de fer de Bagdad
1893-1914, Paris 1936; R. Hüber, Dle Bagdadbahn, Berlin 1943; M. K. Chapmann.
Great Brİtain and the Baghdad Railıuay 1888-1914, Morthampton-mass 1948; A.
Onur, Demiryolları Tarihi 1860-1953, İstanbul 1953; L Rathmann, Die Nahoş-texpansion
des deutschen Imperialismus uom Ausgans des 19. Jahrhunderis biz zum Ende des
erslen Wellkrieges, Eİne Sttıdie İlber die Wirtschafts ■ potiüsche Kompanente
der Bagdadbahn politik, Leipzig 1961; a.mlf., Alman Emperyalizminin Türkiye'ye
Girişi (trc. Ragip Zaralı), istanbul 1976, s. 41 vd.; W. von Kam-pen, Studien
zur Deutschen Türkei-politik in derZeit Wilhe!ms II, Kiel 1968, s. 24-26; E. M. Earle,
Bağdad Demiryolu Sauaşı (üre. Kasım Yargıcı), İstanbul 1972; İlber Ortaylı.
Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, İstanbul 1983, s. 73 vd.; Burhan Oğuz.
Yüzyıllar Boyunca Alman Gerçeği ue Türkler, İstanbul 1983, s. 161 vd. r-j İSH Kemal Bevdilli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder